Din veya dinsiz bir siyaset neden arzulanır? İkili kaoslar, zıt kutuplar neden yaratılır? Toplumların oluşturduğu medeniyetler nasıl doğar, büyür ve gelişir, nasıl geriler çöker hatta yok olurlar? Bugün medeniyetlerin hangi çağını yaşıyoruz? Gelecek ideallerimiz, ideal toplum bilincimiz, bilinçaltımızda yatan bugüne kadar kadim gelenekler ve yaşanmışlıklardan aktarılan bilgiler bize neler anlatıyor? Uyanış ve Farkındalık kavramları ile dünümüz, bugünümüz ve yarınımızı nasıl değiştirebilir ve geliştirebiliriz?
Şeklinde cevabını sorunun içerisinde barındıran bir düşünce çarkı içerisinde pek çoğumuzun bildiği iyi ile kötünün savaştığı dünya denilen arenada gündemime giren en önemli konulardan birisi ile ilgili düşüncelerimi ve inancımı sizlerle paylaşmak istedim.
Siyasal Simsarlar…
Son yıllarda toplum olarak değişmemize ve gerilememize sebep olan unsurlar arasında kaybettiğimiz değerlerin baş müsebbibi olarak ortaya sürülen siyasi mekanizmaların, kurumlardan, topluma uzanan milli ve manevi ve en önemlisi insani değer kayıplarının neticesinde iç ve dış düşmanların özellikle manevi değerlerimize olan saldırılarını dikkate sunmayı vicdani bir sorumluluk kabul ediyorum.
Öncelikle bir söylem var “ Her ne geldiyse başımıza siyasal İslam’dan geldi” şeklinde, pek çok yerde üzülerek işittim. İslam nedir? Neden öne sürülmektedir? Elbette bunun kasıtlı olarak yapıldığını düşünenlerdenim. Başta da belirttiğim gibi iyi ile kötünün savaşı sırasında İslam da en belirgin kullanılan kelimedir.
Siyaseti simsarlaştıran İslam değildir, siyasetle uğraşan bireylerin kişisel menfaatleri doğrultusunda ahlaki ve vicdani değer yargılarını kaybetmesinin bir sonucu olarak dini veya dinsizliği alet edenlerdir.
Aslında bu durum bir nevi samimi ve samimiyetsiz vatanseverlerin turnusol kâğıdı birbirinden ayrılmasını sağlamaktadır.
Yakın tarihimizde ne yazık ki milli ve manevi değerlerimizin sömürülerek kullanılması sonucu toplumsal olarak öz değerlerimizde bir kayba uğradıysak şimdiler de de yine farklı bir kutuplaşma ile aslından uzak yine iç ve dış düşmanların kurduğu tuzağa düşmek üzereyiz.
Oldukça hassas ve titizlikle ele alınması gereken son derece önemli bir konu; Atatürk’ün siyasal ve toplumsal simsarlarla mücadelesi, bir devleti devlet yapan ana unsurları ile stratejilerini nasıl daha iyi okursak onun idealize ettiği noktaya o kadar yakın taşırız.
Bu tür bir çalışma sosyolojik açıdan değerlendirilmesi gereken çok detaylı bir konu olmakla birlikte sorumlu bir vatandaş olarak elekteki taşlardan bazılarını sallamak gerektiğini düşünüyorum.
Öncelikle şimdilerde dindarlık kisvesi ile riya ve ihanet sarmalındaki hainlerle mücadelede olayların sonuçlarını bir kenara bırakarak, sebeplerindeki temel problemi de bir kenara itmek suretiyle –yani ahlaki ve vicdani kayıplardan bahsediyorum- ana meseleden uzaklaşmak istiyorlar. Bu hainlerin öne sürdüğü ve kullandığı değerler maalesef aslına zarar vermek amacındadır –yani samimi inanların dini İslam’a-
Bu yöntem, yönlendirme çok açıktır ki belirli bir amaca hizmet eder hatta kutsal kitabımızda da geçer ki orada Allah ile kandıranlardan bahseder.
Şimdi gel gelelim sap ile samanı birbirinden ayıramayan yine at gözlüğünü takmış, örümcek kafalı sözde aydın, Atatürkçü veya Kemalistlerin kanıt olarak önümüze serdiği cımbızla çekilmiş manipülatör saldırılara.
Bu arada özellikle belirtmeliyim ki Mustafa Kemal Atatürk veya başka herhangi bir kişinin dini inanışı veya seçimi kendi kişisel hür iradesi dâhilinde yalnızca kendisini ilgilendirir. Bizler kişilerin yapılan işlerine, hayati duruşuna, insani değerleri taşıyıp taşımaması ile birlikte öncelikle var oluşuna saygı ile bakarız, bakmamız da gerekir çünkü insan olmanın gereği yine bir insana hatta yaratılan her varlığa saygı duymaktan geçer.
Velhasıl onlar derler ki; Atatürk bir konuşmasında “…gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.” Diyerek Kuran-ı ve İslam’ı reddeder, inanmaz. Dolayısıyla biz de onun yolundan gittiğimize göre biz de her durumda reddedelim… !!!
İşte dehşet veren karşıtların çatışmasına bir malzeme… Bir kere öncelikle oradaki cümlenin daha anlaşılır tam metninde yani M. Kemal’in 1 Kasım 1937 tarihinde yaptığı Meclis konuşmasında;
“Aziz milletvekilleri,
Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.
Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt; bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de, uluslar tarihinin bin bir acıklı olay ve sıkıntı ile dolu yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.
Elimizdeki programın ruhu, bizi sadece bir kısım vatandaşlarla ilgilenmekten engeller, biz bütün Türk ulusuna hizmet ederiz. Geçen yıl içinde, parti ile hükümet kuruluşunu birleştirmekle vatandaşlar arasında ayrılık tanımadığımızı fiilen göstermiş olduk. (Var ol sesleri) Bu olayın bizim, devlet yönetiminde kabul ettiğimiz, ‘Kuvvet birdir ve o ulusundur’ gerçeğine uygun olduğu ortadadır.(Alkışlar) Gücün tek kaynağı olan Türk Milletinin seçkin vekillerini, büyük mutlulukla, eğilerek selamlarım.(Bravo, yaşa sesleri, şiddetli ve sürekli alkışlar)” (Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. V, C. 20, Sa. 3, 1 Kasım 1937).” Şeklindedir.
1937’deki bu Meclis açış konuşmasında daha önceki Meclis açış konuşmalarında olduğu gibi Türk milletinin yükselmesi, ilerlemesi, refahı, mutluluğu için neler yapılacağını açıklamıştır. Ağır sanayinin kurulmasından, madenlerin işletilmesine, demiryollarından, kültür sanat politikalarına kadar Türk milletinin kalkınmasını sağlayacak birçok farklı alanda yapılanları ve yapılacakları sıralamıştır.
Bu bilgilerin gökten zembille inmediğini, yaşayarak tecrübe ederek okuyarak bizzat bilimsel bir çalışma yürüterek elde ettiğini vurgulamıştır.
İlme verdiği önem taassup ile bir milletin yok oluşunun eşiğine gelmesini tecrübe etmesinden kaynaklanır. Taassup cehaletin sonucu olup, dindar geçinenlerin sığınağıdır. İşte bu sığınağa sığınanlara karşı yürüttüğü savaşta dile getirdiği bir başka cümlede…
“Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için başarı için en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır. Yalnız ilmin ve fennin, yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlamak ve ilerlemeleri zamanında takip etmek şarttır. Bin, iki bin, binlerce yıl önceki ilim ve fen lisanının koyduğu kuralları, şu kadar bin yıl sonra bugün aynen uygulamaya kalkışmak elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir.” Mustafa Kemal ATATÜRK, 1924
Bu ve bunun gibi pek çok konuşmasında, yazısında dinimiz İslam’a karşı ne bir saldırı ne bir ima ne de bir inançsızlık söz konusudur. Böylesi bir dehaya sahip bir zekânın da zaten taasupçular gibi bir takıntısı olamaz. Hatta İslam içerisine sızdırılmaya çalışılan terimleri kelimelerini özenle seçerek ve ortaya koyarak gözler önüne sermiştir.
Örneğin ‘gökten indiği sanılan’ ifadeleri şayet biliyorsanız ve Kuran-ı Kerimi okuduysanız ve anladıysanız bilirsiniz ki İslam’ın kutsal kitabı Kuran gökten inmemiş, Allah tarafından indirilmiş(download)/ilham edilmiştir. Bu konuda “Zumer Süresi-1”de “Kuran’ın Allah tarafından indirildiği” ifadesi vardır, ancak Kuran’ın “gökten indirildiği” ifadesi, daha doğrusu “gök” ifadesi yoktur. Çünkü zaten İslam göre Allah gökte değildir. “Allah insana şah damarından daha yakındır, Allah her yerdedir.” Allah’ın gökte olduğu inancı eski pagan dönemlere (İslam öncesi zamanlara) ait bir kavramdır. Örneğin, eski Türklerde Tanrı’nın gökte olduğunun düşülmesi ve “Gök-Tanrı” ifadesinin kullanılması gibi. Yani Atatürk haklıdır, kutsal kitaplar, hele Kuran “gökten” inmemiştir. Bunu düşünmek Atatürk’ün dediği gibi “sanmaktır”, “sanrıdır”.
“Kitapların dogmaları” ifadesi de çok doğru bir kullanımdır. Çünkü “dogma” sözcüğü “değişmeyen kurallar” anlamına gelmektedir. Oysa toplumlar değişir, yönetimleri için gerekli koşullar güncellenebilir.
Görüldüğü gibi Atatürk, günümüzün dindar geçinen Atatürk düşmanlarından çok daha fazla İslam dinine ve o dinin kutsal Kitabı Kuran’a hâkimdir. Türkçeye çevrilip dağıtılması, Diyanet işlerini kurması onun okunup daha iyi anlaşılması için verilen en büyük hizmetlerdendir.
En önemli anlaşılması gereken konu Atatürk evrensel eylemleri hayata geçirebilen ve evrensel dili müthiş bir şekilde kullanabilen bir dâhidir. Bu sebeple bazı çıkar odakları sözlerini evirip çevirip bükerek kendi lehlerinde kullanabileceklerini düşünürler hâlbuki kurduğu bu sitem öyle bir sarmal ile birbirine bağlıdır ki ipin ucunu kaçırdığınız bir yerde başka bir kuram ile sizi mutlak gerçeğe ulaştırır. Bu sebeple onu anlamak demek bir bütün olarak onu okumak ve değerlendirmek demektir. Fikri sistemi son derece donanımlı bir liderden bahsediyoruz ve konuyu bir bireyden ve bireysel tercihlerden çok liderlik vasıfları ile değerlendiriyoruz.
Bu şekilde değerlendirildiğinde daha iyi bir şekilde anlaşılıyor ki okuryazarlık oranın çok çok düşük olduğu bir dönemde cehalet almış başını gidiyorken eğitim ve öğretimin toplumu geliştirip yücelteceğini gören geniş ufuk sahibi bir insana bu denli gayri ahlaki yakıştırmalar ile toplumla onun engin fikirleri ve eylemleri neticesinde gerçekleştirdiği devrimler arasına açıkça bir set çekilmek suretiyle uzaklaştırılmak istenmektedir.
Sonuç olarak Dinin korunması ve yaşanabilir kılınmasını sağlayan LAİKLİK ilkesi ile aslında tüm bu yozlaşmalara sebep olabilecek unsurları bertaraf etmiştir. Laiklik ilkesi dine karşı dinsiz bir yaşamı değil dinin yaşanabilir saflıkta kalmasını sağlayan vicdani özgürlüğü garanti etmektedir.
“Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz.” (1926)
“Laik hükümet kavramından dinsizlik manası çıkarmaya çalışan fesatçılara fırsat vermeyiniz. Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkânını temin etmiştir.” (1930)
“Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyeti demektir”. (1930)
Bu doğrultuda değinilmesi gereken ve son günlerde birkaç yerde işittiğim kadarı ve gereği ile değinmeden geçemeyeceğim diğer konu Kuran-ı Kerim in itibarsızlaştırılma eğilimleri.
Bizim inancımıza göre İslam tüm kutsal sayılan ve din adı altında gruplanan inançların ilki ve asıl kaynağıdır. İslam son din değildir. Bu sebeple Kuran-ı Kerim bilimin kaynağı tüm bilimleri bünyesinde ihtiva eden kutsal bir kitaptır ki ilk emri Oku ’dur. Oku’dan kasıt kelime kelime seslendirilmesi zannedilememelidir. Gör, gözlemle, araştır, öğren ve öğret… Bundan daha ilmi bir mesaj olabilir mi?
İnsanın kendisini, bilimi ve ilmi önceleyerek keşfetmesini ve gerçeğe ulaşmasını sağlayan benzersiz metodoloji ile tarih, sosyoloji, fizik, kimya, biyoloji, matematik evrenin tüm dillerini ve bilimlerini izah eder, öğretir. Tek bir kelimesi ile yüzlerce bilim kitabı yazabileceğiniz ilhamı bize sunar.
Kısaca zaten mitlerdeki ya da Musevilik veya Hristiyanlık kitaplarındaki Tevrat ve İncil’deki gibi gökten inme bir kitap olarak ilan edilmemiştir. Az evvel belirttiğim gibi Cebrail Aleyhisselam vasıtası ile Peygamber efendimiz (s.a.v) e vahiy yoluyla bildirilmiştir. Ayette, “Bu Kur’an, Rahmân ve Rahîm olan Allah’tan indirilmedir” buyurulmaktadır. Burada “indirilme” kelimesi bir boyutu anlatmaktadır. Yani Kur’an-ı Kerim, Allah’ın katından indirilmiştir, (gönderilmiştir, iletilmiştir, vahyedilmiştir.)
Dolayısıyla karmaşa çıkarma ve kutuplaşma yaratma eğiliminde olanlar bilmelidir ki, konu esas itibariyle hali hazırda zaten Kuran-ı Kerim ile ilgili değildir. Hali hazırda da zaten adaletin olmadığı, hukukun işlemediği, ahlaki değerlerin yerle bir olduğu bir ülkede zaten İslam gereği gibi yaşanmıyor demektir.
Sonuç olarak Mustafa Kemal Atatürk’ü din düşmanı olarak görmek ne büyük ahmaklık ise vatanına ihanet eden dindar görünen dinsizleri de görmezden gelmek o denli büyük bir ahmaklıktır. Burada anlaşılması gereken Cumhuriyet ile hürriyetin kolay kazılmadığı bu topraklarda dönen oyunların, kumpasların ve tuzakların her daim farkında olabilmek ve güvenlik ayarlarımızın kontrolünü büyük özveri ile sağlayabilmek adına feraset sahibi bireyler olarak bilgiyi doğru analiz edip sentezleyebilmeli akıl, fikir ve vicdan ekseninde hareket etmeliyiz.
Diğer çok önemli bir konu da Devletimizin yönetim biçiminin “Cumhuriyet” olması bize has bir anlayış ile kadim devlet kültürün bir yansıması bir sistemdir. Cumhuriyet’in kurucu değer ilkelerine dönmesi elzem olmak ile birlikte Anayasa’nın ilk dört maddesi ve dahi kurucu sistemin kendisine müdahalesi asla kabul edilemez.
Devletin sürdürülebilirliği adına Esas yapılması gereken devletin tüm mekanizmalarında ahlak, adalet ve cesaret ile hareket eden erdemli ehil kişilerin tesisidir. Özetle “Devletin Dini Adalet” üzere olmalıdır. Adaletin olmadığı yerde Devletin işleyişi çöker çünkü adalet açlığı, mide açlığına benzemez… Sessiz ve aniden gelen bir fırtınada emin sandığınız sığınaklarınızda ne olduğunu bile anlamadan uğrayabileceğiniz bir tufana dönüşüverir.
Saygılarımla,
Güneş ALTUNER