TAŞ, KAĞIT, MAKAS : KÜRESEL SAVAŞIN ELEMANLARI – II
İnsanlık tarihinin en derin, en sinsice ve en kapsamlı savaşı artık daha sert ve çok yönlü olarak devam etmektedir. Bu savaşlar artık sadece tanklarla, tüfeklerle, uçaklarla, füzelerle, nükleer tehditlerle değil; algı yönetimi ile veri akışıyla hazırlanan datalar ile dezenformasyonla ve “iyilik maskesi” takmış fon kuruluşu ve örgütlü yapılarla yürütülmektedir. Görünen savaşlar, esas çatışmayı perdeleyen sahnelerdir. Asıl savaş, görünmeyen ellerin(!), görünmez cephelerde(!), gündelik hayatın en masum alanlarında kurduğu sistematik bir işgaldir. Bu savaşın adı; yavaş savaş, soft power yani yumuşak güç sibernetik işgal, dijital tahakküm, biyopolitik kıskaç, doğa katliamı ve insanın sıfırlandığı bir yeni dünya kurgusudur.
Bu küresel savaşın temel dinamiklerini anlamak için geliştirilen ve son yıllarda kavramsallaştırılan “taş-kâğıt-makas” modeli, aslında insanlığı esir almak isteyen üç sermaye bloğunun stratejik yapılarını ve çelişkilerini temsil eder. Bu üç yapı arasında zaman zaman gizli ittifaklar, zaman zaman sert çatışmalar görülür. Fakat hepsinin ortaklaştığı hedef, insanı bir biyolojik yazılıma, davranışları öngörülebilir, tüketim döngüsüne kilitlenmiş dijital bir nesneye indirgemektir. Kâğıtçılar finansal sistemin kurucuları ve yöneticileridir. Bu yapı, sınırsız para basımı, küresel borçlandırma ve spekülatif sermaye hareketleriyle dünya ekonomisini görünmeyen zincirlere bağlamıştır.
Pandemi döneminde yürütülen küresel ekonominin yeniden dizayn operasyonu ve alt yapısını oluştururken, bu yapının eylem gücünü test ettiği bir laboratuvar süreci olmuştur. Kapanmalar, küçük esnafın çökertilmesi, dijital ödeme sistemlerinin tekelleştirilmesi ve büyük teknoloji devlerinin vergi affıyla zenginleştirilmesi, yeni bir feodal ekonomik düzenin temel taşlarını oluşturmuştur. İnsan psikolojisinin ve algısının kontrolü… Kâğıtçılar için insan, sadece borçlanabilir ve takip edilebilir bir tüketim birimidir. Kredi skoruyla değerlendirilen, algoritmalarla sınıflandırılan ve ihtiyaçları önceden belirlenen bir veri yığını.
Taşçılar, fiziksel gerçekliğe tutunmuş, enerji, maden, tarım ve doğa üzerinden egemenlik kurmak isteyen sermaye blokudur. Ancak bu yapı, doğaya düşman bir teknolojiyle iş görmektedir. Karbon ayak izi politikaları, sıfır karbon hedefleri ve yeşil mutabakat söylemleriyle; insanın yaşadığı ortam, kendi düşmanı gibi lanse edilmiştir. Orman yangınları öncesinde iklim kanunlarının hükümetlerce kabulü ile gündeme gelen akıllı şehir projeleri, bu planın yeni zeminidir. 5G baz istasyonlarının yayılımını engellediği için ağaçların “teknoloji düşmanı” ilan edilmesi ve orman ve tarım alanların “rezerv alan” adıyla özel mülkiyetten çıkarılması, ekolojik faşizmin dijital versiyonudur. Böylece mülkiyetsiz bir toplum güvensiz bırakılarak yönetilmesi ve ezilmesi daha kolay olacaktır. “Sıfır karbon”, esasında “sıfır insan”dır. Çünkü karbon, biyolojik yaşamın temelidir. İnsanı sıfırlamak için önce toprağını, sonra suyunu, ardından tohumunu yok etmeniz gerekir. Bu süreçte hibrit tohumlar, genetiği değiştirilmiş organizmalar ve yapay et gibi politikalarla tarım sistemi çökertilmekte, çiftçi sınıfı yok edilmekte, gıda şirketleri aracılığıyla halk doğrudan merkeze bağlı hale getirilmektedir. Sağlık sektöründeki yapaylık DNA’mızı bozarken ve genetiği değiştirilmiş gıdalar ile gıda terörü de bu savaşa dahildir.
Makasçılar ise istihbarat, savunma ve ileri teknoloji ağı üzerinden çalışan askeri-endüstriyel kompleksin merkezidir. Sosyal medya algoritmalarıyla toplum mühendisliği yapmak, eğitim sistemini dijitalleştirmek veya yönetilen ülkelerde eğitimin yok edilerek düşünmeyen toplumlar üretmek, bireyin mahremiyetini yok etmek ve zihin kontrol teknolojileriyle psikolojik savaş yürütmek, bu yapının uzmanlık alanıdır. Makasçılar için insan, kontrol edilmesi gereken bir risk, manipüle edilmesi gereken bir veri kümesidir. Bugün Pentagon’un ve bağlantılı kuruluşların yapay zekâya, biyoteknolojiye ve dijital gözetim sistemlerine yaptığı yatırımlar, bir ülke yönetmekten çok; küresel bir zihinsel çit inşa etme projesidir. Tek tip insan modeli dijital olarak belirlenmiş topluluk kuralları ile tek tip anayasa ile Makas, düşünceyi keser, bilinci formatlar, iradeyi etkisiz hale getirir.
Bu üç yapı, yalnızca birbirinden bağımsız değil; çoğu zaman senkronize çalışır. Pandemi süreci, bunun kanıtıdır. Tıbbi protokollerle insanların yaşam tarzı değiştirildi, ekonomik kapanmalarla mülkiyet el değiştirdi, eğitim sistemleri dijitalleştirildi, sosyal medya üzerinden propaganda yapıldı, “bilim” adı altında dayatılan politikalarla biyopolitik kitle mühendisliği uygulandı. Sonuç, itiraz etmeyen, ekran başında kontrol edilebilir, aşı kodu ve QR sistemine bağlı, mülkiyetsiz bir insan modelinin yaygınlaştırılması oldu.
İşte bu dönüşümün en acımasız biçimi, “yavaş savaş-yumuşak güç” stratejisiyle yürütülmektedir. Askeri işgal yerine kültürel işgal için, demografik baskı, medya yönlendirmesi, eğitimde sızma ve ekonomik bağımlılık tercih edilmektedir. Yavaş savaşın ilk aşaması sızmadır: STK’lar, sözde eğitim programları, medya ortaklıkları ve fonlarla topluma nüfuz edilir. Ardından istikrarsızlaştırma süreci gelir: etnik gerilimler, dini grupların radikalleştirilmesi, sosyal medyada kutuplaşmaların artırılması ve milli kimliğin zayıflatılmasıyla toplum parçalanır. Son aşama konsolidasyondur: devletin egemenlik alanları daraltılır, anayasal yapılar tartışmaya açılır, halk “yeni düzen”e hazır hale getirilir. Bu süreç, bugün Türkiye dâhil olmak üzere pek çok ülkede aktif biçimde yürütülmektedir. Anayasa değişikliği tartışmaları, mülkiyet rejiminin rezerv alan adıyla tasfiye edilmesi, ikiz yasalar ve karbon ayak izi adıyla dayatılan politikalar ve iklim kanunlarının meclisten geçişi bu savaşın parçasıdır.
Geleneksel devlet modeli; egemenliğini, halkın iradesi, üretim gücü ve hukuki meşruiyetle tanımlarken; küresel güç odakları, bu yapının içini boşaltarak “yönetilen ama hükmetmeyen” bir kabuk devlet yaratma gayesindedir. Bu güç merkezlerinin taş–kâğıt–makas olarak tanımlanan üçlü yapısı, devletin asli fonksiyonlarını ya devre dışı bırakmakta ya da ona fonksiyonel bir taşeronluk rolü biçmektedir. Bugün yaşanan sessiz işgal, doğrudan devletin bürokratik katmanlarına, anayasal yapısına ve toplumsal sözleşmesine sirayet etmiş bir iç çözülme halidir.
Kâğıtçılar, devletin maliye ve ekonomi mekanizmalarını, ulusal egemenliğin değil; küresel sermayenin çıkarlarına göre dizayn etmeyi hedefler. Merkez bankaları, bağımsızlık adı altında ulusal denetimin dışına çıkarılmış; borçlanma politikaları küresel finans kuruluşlarının kredi notlarına endekslenmiştir. Devletin halkına karşı sorumluluğu değil, kredi derecelendirme kuruluşlarına olan “not sadakati” esastır artık. Sosyal devlet anlayışı yerini, “fon devleti”ne bırakmış, halkın temel ihtiyaçları bile küresel STK’ların insafına terk edilmiştir.
Taşçılar, devleti doğrudan mülkiyet rejimi üzerinden hedef alır. Maden yasaları, tarım politikaları, enerji ihaleleri ve su yönetimi gibi alanlarda çok uluslu şirketlere verilen ayrıcalıklar, devletin toprağı üzerindeki egemenlik hakkını fiilen yok etmektedir. Bu süreçte rezerv alan, doğal koruma sahası, yeşil mutabakat gibi kavramlarla, halkın yaşama alanları adım adım tasfiye edilmekte; kırsal toplum çözülmekte; devlet, toprak üzerinde bir egemen değil, bir tahsis bürosuna indirgenmektedir. Ekolojik sömürü; kalkınma değil, sistematik tasfiye aracıdır.
Makasçılar, doğrudan devletin güvenlik aygıtına ve kültürel dokusuna sızarak operasyon yürütür. Savunma ihalelerinden eğitim müfredatına, medya algoritmalarından yapay zekâya kadar her alanda, egemenlik dışsal yazılımlara havale edilmiştir. Devletin asıl tehdit olarak tanımlaması gereken yapılar, çoğu zaman onun danışmanı, fonlayıcısı ya da reform ortağı kılığıyla içeridedir. Eğitim sisteminin yerli kodlardan koparılması, askerî stratejilerin NATO uyumluluğuna göre yeniden düzenlenmesi ve medyanın küresel ajanslara bağımlılığı, devletin zihinsel egemenliğini felç eden bir zihinsel işgaldir. Makas, yalnızca kesmekle kalmaz; zihinleri biçimlendirir.
Bugünün devleti, eğer kendini bu ağların dışına çıkarmayı başaramazsa; sadece bir yönetim platformuna indirgenecektir. Devletin asli rolü, halkı korumak, üretimi örgütlemek, kültürel sürekliliği sağlamak ve bağımsız kararlar alabilmekken; küresel yapılar bu yetileri ya paralize etmekte ya da doğrudan devşirmektedir. Oysa devlet, yalnızca bir aygıt değil; tarihsel hafızanın, kültürel sürekliliğin ve toplumsal direncin taşıyıcısıdır. Bu nedenle çözüm, yalnızca reformlarla değil, bir kurucu akılla mümkündür. Çünkü işgal yalnızca toprakla değil; anayasa, medya, yazılım ve müfredatla yürütülmektedir.
Bu gerçeklik karşısında Atatürk’ün “tam bağımsızlık” ilkesi, bir nostalji değil; çağın en büyük direniş stratejisidir. Devletin tekrar milletle buluşması, ancak bu kuşatma stratejisini çözen bir ideolojik berraklıkla mümkün olacaktır.
Bu tablo karşısında çözüm, yalnızca teknik değil; ideolojik bir yeniden inşayı gerektirir. Kemalist düşünce sistemi, tam bağımsızlık, halk egemenliği, akılcılık ve kamu yararını önceleyen üretim ekonomisiyle bu küresel işgale karşı direncin teorik ve pratik temelini sunmaktadır. Atatürk’ün “siyasi ve iktisadi bağımsızlık, bir bütündür” sözü, bugün daha da anlamlıdır. Bu bağlamda yapılması gerekenler açıktır:
Milli eğitim yeniden yapılandırılmalı, evrensel bilim ile yerli kültür aynı zeminde buluşturulmalıdır. Eğitim sistemine dijital değil, milli karakter kazandırılmalıdır. Tarımda tohum, su ve toprak politikaları yeniden devletleştirilmelidir. Gıda güvenliği, ulusal güvenliğin temel başlığı olarak ele alınmalı; köylü üretici yeniden desteklenmelidir. Ekonomide üretim temelli, kamucu ve bağımsız bir model benimsenmeli; dış borçlandırmaya dayalı çöküş döngüsünden çıkılmalıdır. Medya ve kültür alanlarında yerli üretim desteklenmeli; kültürel bağımsızlık bir “lüks” değil, güvenlik meselesi olarak ele alınmalıdır. Dijital egemenlik, yeni vatan savunmasıdır. Yapay zekâ, veri güvenliği, yazılım ve iletişim teknolojilerinde yerli altyapı zorunluluktur. “Siber Vatan” söylemi bir metafor değil; varoluşsal bir kavramdır. Dış politikada “yurtta barış, dünyada barış” ilkesi, Batı’ya teslimiyet değil; eşitlik temelinde bağımsız bir duruş olarak yeniden tanımlanmalıdır.
Siyaset partiler üstü, halk merkezli, kurucu akıl temelinde yeniden biçimlendirilmelidir. Ulusal bir cephe, ideolojik netlikle, toplumsal seferberlik ruhuyla şekillendirilmelidir. Bu cephe, kökünü Kurtuluş Savaşı’nın halkçı damarından almalı; hedefini çağdaş ve bağımsız Türkiye’ye çevirmelidir. Çünkü bugün yaşadığımız süreç, tıpkı Sevr gibi, görünmeyen bir işgal ve irade gaspıdır. O işgale karşı bir kez daha “Ya istiklal ya ölüm” demek gerekiyorsa, bu, yalnızca sözle değil; eylemle, üretimle, örgütlenmeyle ve akılla yapılmalıdır.
Tarih, teslim olanları değil; teslim olmayanları yazar. Ve bu defter henüz kapanmadı. Kalem vatanını canından çok sevenlerin elinde kılıçtan keskin olarak mücadeleye devam edecektir…
Güneş ALTUNER
31.07.2025

