TAŞ, KAĞIT, MAKAS : KÜRESEL SAVAŞIN SİYASİ AKTÖRLERİ -TÜRKİYE- III
Türkiye, artık yalnızca bir yönetim krizi değil, bir egemenlik krizinin içindedir. Devletin biçimi yerli, içeriği yabancılaşmıştır. Bayrak hâlâ dalgalanmakta, meclis hâlâ toplanmakta, seçimler hâlâ yapılmakta, partiler hâlâ mitinglerde bağırmaktadır; fakat içerikte bir şey değişmiştir. Devleti temsil edenler, halkı değil, bağlı oldukları dış ya da iç klikleri temsil etmektedir. Egemenlik, anayasada yazıldığı gibi “milletin” değil, çok merkezli, çok katmanlı, çok uluslu bir yapının elindedir. Artık görünür düşmanlar yok; görünmeyen efendiler, sistemin içerisine sinmiş durumda. Görüntü halkçılık, öz taşeronluktur. Gövde Cumhuriyet, ruh ise küresel kapitalist vesayet düzenidir.
Bu dönüşüm, elbette bir gecede gerçekleşmemiştir. Atatürk’ün ölümünden sonra başlayan yönsüzlük, 1940’larda Batı’ya açılım adı altında Atlantik bağımlılığına dönüştürülmüş, 1950’lerde NATO üyeliğiyle kalıcılaşmış, 1960-1980 arası darbelerle kurumsallaştırılmış, 1980 sonrasında neoliberal dalgayla yasal zemine oturtulmuştur. 2000’li yıllardan itibaren ise artık kendi siyasi aktörlerini, kendi sivil toplumunu, kendi medyasını ve kendi akademisini yetiştiren bir dizayn süreci yapılan peşi sıra sivil darbeler ile tamamlanmıştır. Bugün karşımızda, adı bağımsız ama yönü küresellerce belirlenmiş bir alt devlet, adı demokratik ama iradesi kısıtlanmış bir halk, adı muhalefet ama görevi sistemin bekası olan bir siyasal düzlem bulunmaktadır.
Klasik savaşlar yerini daha algısal savaşlara bırakmıştır. Artık tanklarla değil fonlarla, bombalarla değil STK ağlarıyla, işgallerle değil algoritmalarla mücadele edilmektedir. Bu savaş, cephede değil, zihinlerde yürütülmektedir. Taş, Kağıt, Makas dediğimiz üçlü metafor burada tam anlamıyla devreye girer: “Taş”, kaba kuvveti, paramiliter yapıları ve güvenlik mekanizmalarını temsil ederken; “Kağıt”, hukuku, finansı, düzenlemeleri ve stratejik belgeleri; “Makas” ise kültürel kodları kesip biçen medya, eğitim ve algı mühendisliğini ifade eder. Bugün bu üçlü yapı, halkın iradesini çevreleyerek boğmakta, onu tepki veremez hale getirmektedir.
İktidar ve muhalefet bu oyunun iki tamamlayıcı yüzüdür. Kukla iktidarlar, görünürde karar alır, aslında talimat uygular. Sahte muhalefet ise, halkın öfkesini absorbe eder, boşaltır ve sistemin kalıcılığı için güvenli bir tahliye borusu gibi çalışır. Birisi havuç, diğeri sopa olur; biri halkın umudunu besler gibi yapar, diğeri onu korkutur; fakat ikisi de aynı mutfağın ürünüdür. Bu mekanizma o kadar incelikli kurulmuştur ki halk, yıllardır süren bu sistemik teslimiyeti hâlâ demokratik bir tercih zanneder. Oysa yaşanan şey, yüksek frekanslı ama düşük derinlikli bir illüzyondur.
Bu illüzyonun en net görüldüğü yer yasama sürecidir. Halkın doğrudan tepkisini gerektiren birçok yasa, sözde muhalefetin oylamaya katılmaması, çekimser kalması veya düşük profilli tepkiler vermesiyle meclisten geçirilmektedir. Son iklim yasasında yaşanan tam da budur. Halktan gelen tüm itirazlara rağmen, muhalefet partileri bu kanunun meclisten geçmesine dolaylı yoldan onay vermiştir. Bu artık sadece politik bir zafiyet değil; etik bir çöküştür. Meclis aritmetiği, milletin iradesini değil; kliklerin pazarlıklarını yansıtmaktadır. Benzer pek çok yasa teklifinde de yaşandı ikiz yasalar, maden kanunları, tarım gıda ve tohum ile ilgili kanunlar ve hükümler, her zaman güç odaklarına hizmet etmek için onaylandı.
Bu sistemin yerli elemanları, sivil toplum alanında da etkili bir organizasyon kurmuştur. Sivil toplum, doğası gereği halkın vicdanıdır; ancak bu yapılar artık vicdan değil, vesayet üretmektedir. AKP iktidarı, SADAT, TÜGVA, TÜRGEV gibi yapılarla hem bir ideolojik gençlik hem de paralel güvenlik aparatları üretmiştir. CHP ise sosyalist enternasyonel, Avrupa merkezli vakıflar ve kent merkezli STK’larla ideolojik olarak kontrol altına alınmış, “seküler muhalefet” maskesiyle sistemin Batıcı taşıyıcısı haline getirilmiştir. MHP ise geleneksel milliyetçiliği, yeraltı ilişkileriyle harmanlayarak kontrol edilebilir bir “mafya”ya indirgenmiştir.
Paramiliter yapılar, bu yeni dönemin en kritik taşıyıcılarıdır. SADAT, yalnızca askeri bir danışmanlık şirketi değil; bir rejim inşa aracıdır. Sokağın güvenliğinden değil, iktidarın bekasından sorumludur. Tam da planlandığı gibi TSK – ordunun yapısı zayıflatılmışken… Mafyatik yapılanmalar da benzer şekilde siyasi kriz anlarında devreye giren taşeron yapılardır. MHP’nin bu yapılarla olan eski ilişkisi hâlâ sistemin sinir uçlarında kendini göstermektedir. CHP ise daha “sofistike ve karma” yöntemlerle; kemalizmden fersah fersah uzaklaşarak kültürel ve akademik ağlar, medya ortaklıkları, insan hakları temelli fonlarla entelektüel düzlemde teslimiyet üretmektedir.
Bugün partilerin ideolojilerinden çok, hangi fonla çalıştığı, hangi klikten destek aldığı, hangi dış merkezin taleplerine yanıt verdiği önemlidir. Halktan oy alarak değil, sistemden onay alarak ayakta kalan partilerle demokrasi değil, gösteri siyaseti yapılmaktadır. CHP’nin uzun yıllar boyunca başında tutulan Kılıçdaroğlu, bu yapının vitrindeki sembollerinden biridir. Muhalefet ne kadar etkisizse, sistem için o kadar işlevseldir. Parti içi demokrasiyle değil, dış merkezlerin tercihiyle kalmıştır. Kayyum meselelerinde, çözüm süreçlerinde, kritik anayasa değişikliklerinde Özel’in gösterdiği “sessiz itaat”, CHP’nin gerçek işlevinin de bir göstergesidir. Tıpkı ikinci çözüm sürecinde Türksüz Türkiye idealleri için oluşturulan komisyonda kalmak gibi…
MHP’nin muhalefetteyken AKP’nin iktidara gelmesinde ve çözüm sürecindeki iki aşamadaki çelişkili tavrı da dizaynın bir başka boyutudur. İlk çözüm sürecinde sert söylemlerle milliyetçi duruş sergileyen parti, ikinci süreçte AKP ile koalisyon ortaklığına girerek sessizleşmiş, kuruluş amacını ve varlığını inkâr edecek ve hatta yüzseksen derece birden dönecek kadar sistemle bütünleşmişliğini artık gizlemeyecektir. Bu durum, artık ideolojilerin değil, çıkar hesaplarının, güvenlik mutabakatlarının ve klik dengelerinin belirleyici olduğunu göstermektedir.
Sistemin dizayn edilmesi yalnızca liderlerin değiştirilmesiyle değil, yapının tüm katmanlarında örgütlenmesiyle gerçekleşmiştir. Medya, akademi, sanat, hukuk, eğitim, güvenlik… Her biri, çok merkezli bir dizaynın içerdeki ihanet sarmallarının uygulama alanlarıdır. Artık mesele bir iktidarın gitmesi, bir muhalefetin gelmesi değildir. Mesele, halkın bu çürümüş sistemi görüp yeni bir öz irade üretip üretemeyeceğidir.
Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nı yalnızca dış düşmana karşı değil, aynı zamanda kendi içimizdeki teslimiyetçilere, mandacılara, işbirlikçilere karşı da vermiştir. Bugün o teslimiyet başka bir kılıkta yeniden karşımıza çıkmaktadır. Bir farkla: Artık o teslimiyetin adı “reform”, “uyum”, “entegrasyon”, “küresel normlar”, “eşit yurttaşlık” olmuştur. Ancak öz değişmemiştir: tüm bunlar resmen egemenliği başkasına devretmektir.
Böyle bir düzende çözüm; ne yeni partilerde ne de bir lider değişimindedir. Gerçek çözüm, bu sahnenin dışına çıkan, halkın kendi aklını yeniden inşa ettiği, bağımsızlık ilkesine dönülen köklü bir dönüşümdedir. Atatürk’ün başlattığı mücadele yarım kalmış bir bilinç mücadelesidir. Bu mücadele, yeniden halkın iradesini uyandırmakla tamamlanabilir. Gerçek egemenlik, ancak o zaman yeniden milletin olur.
Mustafa Kemal Atatürk’e göre devletin temel dayanağı tam bağımsızlıktır. “Tam bağımsızlık ise ancak ekonomik bağımsızlıkla mümkündür” diyerek bu bağımsızlığın yalnızca askeri ya da siyasi değil, aynı zamanda toplumsal, kültürel ve mali olduğunu vurgulamıştır. Onun için devlet; halkın öz iradesini temsil eden, dış etkilere kapalı, halkçı ve milli bir yapıdır.
Bugünkü manzara, Onun bu temel felsefesine taban tabana zıttır. Siyaset dışarıdan yönlendirilmekte, medya toplumu şekillendirmekte, partiler ise milletin çıkarı yerine fon veren taşçı-makasçı-kağıtçı kurumların direktiflerine göre hareket etmektedir.
Atatürk’ün “Ben, manevî miras olarak hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim mirasım bilim ve akıldır” sözü de bugünün siyaset anlayışına güçlü bir eleştiridir. Çünkü bugünkü siyaset bilimsel değildir, akla değil algıya –yanılgıya dayanır. Bu yapıda halk, bilinçlendirilmek yerine yönlendirilmektedir. Oysa Kemalizm/Atatürkçülük, halkın bilinçle kendi kaderini tayin edebilmesidir.
Bugün bu çağrı yeniden hatırlanmak zorundadır. Çünkü sistem yalnızca bozulmamış; teslim alınmıştır. Bu teslimiyetin sona ermesi, yalnızca yeni partilerle değil, yeni bir bilinç sıçramasıyla mümkün olacaktır. Taşların kırıldığı, kağıtların yakıldığı, makasların körleştirildiği bir sürece ihtiyaç vardır. Bu süreç halktan, aşağıdan, bilinçten, tarihsel hakikatten başlayacaktır. Kemalist felsefenin ışığındaki Atatürkçülük, yeni bir kurtuluşun zemini olmak zorundadır.
Bu artık siyasi değil; varoluşsal bir meseledir. Bunun için kahraman-kurtarıcı beklemeden her birimiz birer kahraman-kurtarıcı olmak zorundayız. Ya bu sistemin içinde eriyerek yok olacağız ya da dışına çıkarak yeniden var olacağız.
Ne mutlu Türküm diyene!
Güneş Altuner
02.08.2025

Doğru söze hacı emmi ne desin..