11. yüzyılın başlarında Anadolu coğrafyası, nüfus yönünden fevkalâde azdı. İstilâlar, kıtlıklar, eşkıya faaliyetleri, bulaşıcı hastalıklar Anadolu nüfusunu eritmişti. Erzurum, Harput, Diyar¬bakır, Urfa, Sivas, Trabzon, Ankara, Çankırı, Kastamonu gibi kale şehirlerinin dışında yerle¬şim yerleri hemen hemen yoktu. Dönemin koşullarında zenginler kale şehirlerinde, yoksullar ise mağara ve yer altı şehirlerinde güvenliklerini sağlıyorlardı. Kale şehirlerinde yaşayan insanlar, sabah gün ağarmaya başlayınca askerlerin gözetiminde tarlalarına gidiyorlar, tarım ve ziraatle meşgul oluyorlar; akşam, gün kararmaya başlayınca da yine askerlerin gözeti¬min¬de kale şehirlerine giriyorlar ve kale kapıları kapandıktan sonra kendilerini güvende hisse¬di¬yorlardı. Yoksullar ise, güvenliğin olmamasından, insanların birbirine güven telkin etmeme¬sinden dolayı yedi kat yeraltı şehirlerinde hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlardı.
Böyle bir dönemde, korkunun doruk noktada olduğu, insanların birbirine güven telkin et¬me¬di¬ği, güvenliğin sağlanamadığı bir dönemde Türkler Anadolu’ya gelmiştir. Önce, Ani kale¬si¬nin alın¬ması, sonra da Malazgirt… HIRİSTİYAN BATI DÜNYASI, Türklerin Anadolu’da yer¬leş¬¬¬me¬sini engellemek için bütün güçlerini seferber etmişti. Malazgirt’ten sonra, Türkleri istilâ¬cı kavimlere benzeten BATI HIRİSTİYAN DÜNYASI, bu düşüncesinde yanıldı. Yanılgısı, zamanla yenil¬¬gi¬ye dönüştü.
Türkler, istilâcı bir kavim değildi. Coğrafyadaki iki temel eksikliği görmüş ve doğrultuda Anadolu’nun önceki halkıyla yakından münasebet kurmuştu. Her şeyden önce, güvenliği temin etmek isteyen Türkler, Anadolu’nun her köşesine 40 km’de bir kervansaray yapmıştı. Bu kervansaraylarda, o dönemin koşullarında modern dinlenme mekânları, lokantaları ve at barınakları kurmuştu. Anadolu’nun eski halkı, özgürce seyahat edebilme zevkini yüzyıllardan sonra ancak alabilmişti. Bu kervansaraylar başta olmak üzere, ana ve ara geçit yollarının GÜVENLİĞİ askerler tarafından sağlanmıştı.
TÜRKLER, ANADOLU’YA GELDİKTEN SONRA BÜYÜK KALE KAPILARI AÇILMIŞ; ANADOLU’NUN ESKİ HALKI KALE ŞEHİRLERİNDEN, MAĞARA VE YER ALTI ŞEHİRLERİNDEN ÇIKARAK SERBEST TİCARET VE SEYAHAT YAPMA ÖZGÜRLÜĞÜNE KAVUŞMUŞTU. Alpaslan başta olmak üzere, bütün Selçuklu hükümdarları ve şehirlerdeki atabeyler ve diğer yöneticiler, ister kendi milletinden isterse başka milletten olsun bütün insanlara GÜVEN telkin etmişti.
Türkler, GÜVENLİĞİ TEMİN ETME ve GÜVEN TELKİN ETMEYİ başardıktan sonra kendi kültürünü, sana¬tını, mimarisini Anadolu’da canlandırdığı gibi, Anadolu’nun eski halklarının kültürünün, sanatının ve mimarisinin de dipdiri durmasını sağlamıştır. Ayrıca, hiçbir millette görül¬me¬yecek düzeyde DERİN HOŞGÖRÜ ANLAYIŞI’na sahip bulunan Türklerin bu meziye¬tin¬den, Türk olandan ziyade Türk olmayanlar azamî düzeyde istifade etmiştir. Bu istifade, önce¬l¬ikle gayri müslimlerin ticarette, ekonomide daha çok güçlenmesi şeklinde kendini göstermiştir.
DEVLET GÜÇLÜ, DEVLET ADAMLARI BİLGİLİ, BİLİNÇLİ VE BASİRETLİ OLDUĞU DÖNEMLERDE BU NİTELİK, MİLLETİN VE DEVLETİN ALEYHİNDE OLMA¬MIŞ; lâkin, devlet mekanizmasının zayıflaması, devlet adamlarının basiretsizleşmesi durumunda millî ve manevî menfaatlerimizin korunması zorlaşmış; millet ve devlet hayatında tehli¬ke¬li dönemler başlamıştır.
DERİN HOŞGÖRÜ anlayışının yanlış algılanması ve istismar edilmesi; ayrıca, zaman için¬de GÜVENLİĞİN yok olması ve ülke aydınlarının GÜVEN TELKİN ETMEMESİ, neticede ülke¬yi önce Mondros Mütarekesi’ne, sonra da Sevr Anlaşması’na getirmiştir.
Atatürk ve arkadaşlarının önderliğinde aziz Türk milleti; BATI HIRİSTİYAN DÜNYASI’nın, kendi aleyhin¬deki faaliyetlerine karşı gelmiş, Millî Mücadele’yi gerçekleştirerek, Lozan Anlaşması’nın imzalanmasını sağlamıştır. LOZAN’DA, BATI KAYBETMİŞTİR. BATI, Türk ve İslâm dünyası üzerine, özellikle 18. yüzyıldan sonra başlatmış olduğu harekâtı, Lozan’da durdurmak zorunda kalmıştır. Tâ ki, 1938 yılına kadar…
Aziz milletimizin yetiştirdiği büyük askerî ve siyasî dehanın vefatı üzerine, tabir caizse meydanı boş bulan BATI DÜNYASI, Anadolu coğrafyası başta olmak üzere BALKANLAR-ORTA DOĞU ve KAFKASYA Üçgeni’nde istediği şekilde at oynatma yeteneğine sahip bulunmuştur. Rahmetli Atilla İlhan’ın ifade ettiği “Türkiye’de ulusal basın, Türk değildir.” sözünün benzeri, Atatürk’ten sonra ülke yönetiminde söz sahibi siyasîler, aydınlar ve yönlen¬diricilerin azımsanmayacak bölümü ya kendilerini Türk kabul etmemişler ya da olağanüstü basiretsizlik ve gaflet içinde ülke sorunları karşısında çözüm yolları bulama¬mış¬lardır.
Neticede, siyasî istikrarsızlıklar, ekonomik krizler, her türlü araçlarla millet ve devlet aleyhinde yapılan propagandalar, ülkede sorunların katmerleşmesine neden olmuştur. Bu sorunların başında, 1000 yıl önce olduğu gibi 21. yüzyılın başında da öncelikli olarak iki sorun gelmek¬tedir.
Bunlar:
1. GÜVEN TELKİN EDEMEME
2. GÜVENLİĞİ SAĞLAYAMAMA
Günümüzde, tam 1000 yıl önce Anadolu coğrafyasında yaşayan insanlarda olduğu gibi KORKU yaşanmaktadır. Bir zamanlar insanlar, kale şehir¬le¬ri¬ne doluşuyor; mağaraların diplerine, yer altı şehirlerine sığınıyorlardı. Şimdilerde ise insanlar, kapılarını çelikten yaptırıyorlar, iki kilit yetmiyor, ayrıca, kapılarını içeriden iki sürgüyle sürgü¬le¬me ihtiyacını hissediyorlar ya da zengin iseler müstakil evlerinin altlarına gizli korunaklar yaptırıyorlar. ÇÜNKÜ, ÜLKEMİZ İNSANI; GÜVEN DUYABİLECEĞİ DÜZEYDE SİYASÎLER, GÜVENLİĞİ TEMİN EDEBİLECEK YÖNLENDİRİCİ VE YÖNETİCİLER GÖRE¬ME¬MEKTE¬DİR.
Nasıl, 1000 yıl önce, yukarıda ifade edilen iki temel sorun üzerine Anadolu coğrafyası el değiştirmiş ise, bugün de bu iki temel sorun çözülemediği için ANADOLU COĞRAFYASI, EL DEĞİŞTİREBİLİR.
ü Bugün; sosyal statüsü fark etmeksizin kimi insanlar, milletin gözünün önünde her türlü ahlâksızlığı yaşamakta; millî ve manevî değerlerimize tamamen ters olan tavırlar, meşru hale getirilmeye çalışılmaktadır. Ülkemiz ortamın¬da yaşanılan edepsiz tavırlara ise insanların tamamına yakını tepki vermemekte; kimi insanlar da sadece kalbiyle buğz ederek görevini yaptığına inanmakta; yoldan çıkmış eski kavimlerin başına gelenlerin, bir gün kendi başına da gelebileceğini fark etmemektedir.
ü Bugün; son yüzyılda, özellikle son yıllarda Yahudilerin önderliğindeki MUSEVİ – HI¬RİS¬¬¬Tݬ¬YAN İTTİFAKI’nın ülkemiz üzerindeki mitolojik, siyasal ve iktisadî menfa¬at¬leri¬ne “DUR!” diyebilecek MİLLÎ ENTELEKTÜEL BİR SİYASÎ YAPI’dan söz edememekteyiz.
ü Bugün; MUSEVİ – HIRİSTİYAN İTTİFAKI’nın güdümündeki Ermeni – PKK terör örgüt¬¬le¬¬rinin, kafa gözleri kör olanların dahi görebileceği boyutta, millî ve manevî men¬fa¬at¬lerimize yönelik saldırılarına karşı MİLLÎ DURUŞ gösterilememektedir. Taksim’deki Atatürk Anıtı’na PKK bayraklarının asılması, Millî bayramlarda Atatürk posterlerinin resmî kurum binalarına tersten asılması, Atatürk’ün büstü¬nün tokatlanması veya çekiçlenmesi bile sıradan olaylar şeklinde algılanmaktadır. Yakın zamanlarda, Güneydoğu şehirleri¬miz¬deki polisimize alenen hakaret ile tokat atmalar ve isyan naraları karşısında, millî menfaat¬le¬ri¬miz göz ardı edilmekte; Anadolu coğrafyasının el değiştirmesine yönelik siyasî ve hukukî bir zemin aranmaktadır. Bütün bunların da, “demokratik çözüm, özgür¬lük ve insan hakları” olarak algılanmasına birileri tarafından büyük önem verilmekte¬dir.
ü Bugün; gerçek milliyetçi ile sahte milliyetçiyi, ihlaslı dindar ile münafık insanı, âdil ile zalimi, akıllı ile akılsızı ayır etmek oldukça zorlaşmıştır.
ü Bugün; “İki doğrudan hangisinin daha doğru olduğunu bilebilecek düzeyde fera¬set sahibi olmak; ebedî saadeti aramak, bulmak ve bu yolda mücadele etmek” AKILLI insanın niteliği olması gere¬kir¬ken, “komşusu aç iken tok yatan insan” ve “sadece, kendini düşünen insan” akıllı görülmeye başlanmıştır.
ü Değerli arkadaşlar! Son çeyrek yüzyılda ve özellikle son yıllarda doğrudan ya da dolaylı olarak yurt içinden ve yurt dışından kimileri bizlere şu mesajı vermekteler:
“Sizler, HİÇBİR ZAMAN Anadolu coğrafyasının sahibi olamadınız. Sadece, bekçisi oldunuz. Bundan sonraki zamanlarda ise sahibi olamayacağınız gibi, bekçisi de olamayacaksınız.”
Bir ve beraber olmaktan zevk duyan aziz Türk milletinin bütün fertleri, kendi aleyhindeki bu mesaja ve bu mesaj doğrultusundaki faaliyetlere mukabil mesaj ve faaliyetlerle cevap vermesi büyük bir zarurettir.
Bu doğrultuda, kendini MİLLİYETÇİ hissedenler; çevresinde bulunan insanların millet ve ülke sorunlarıyla ilgili bilgilendirilmesi ve bilinçlendirilmesine önem vermelidir. KİŞİSEL HESAP VE MENFAATLERİN ÖTESİNDE VE ÜSTÜNDE, bu düşüncelere inanan, saygı gösteren, ülkemizin içinde bulunduğu olumsuz tablodan rahatsızlık duyan sivil toplum örgütleri temsilcileri ve parti ayırımı yapmadan bütün siyasetçiler güçlü istişare ve samimî dayanışma içinde olmalıdır.
Ülkemiz insanı; BÜTÜNLÜĞÜNÜ BOZMADAN, kendi aleyhinde oluşturu¬lan bütün teşebbüslere mukabil teşebbüslerle karşı gelecek; aziz milletimizin millî ve manevî değerlerinin düşmanı olan KÜRESEL SERMAYE ve SİYONİST DAYANIŞMA ÖRGÜTLERİ başta olmak üzere millî ve milletler arası işbirlikçilerine şu mesajı mutlaka verecektir, vermelidir:
“BİZLER, BİN YILDIR ANADOLU COĞRAFYASININ HEM BEKÇİSİ OLDUK, HEM DE SAHİBİ. KIYAMETE KADAR DA, ANADOLU BAŞTA OLMAK ÜZERE BALKANLAR, ORTADOĞU VE KAFKASYA’NIN HEM BEKÇİSİ HEM DE SAHİBİ OLMAYA DEVAM EDECEĞİZ.”
Aziz milletimiz, geçmişte olduğu gibi, gelecekte de BİR VE BERABER OLMAK¬TAN ZEVK DUYACAK; ülkemizde ve bölgemizde bütün insanlığın menfaatine uygun bir du¬ruş sergile¬ye¬cek¬tir. Kendisine yakışan da zaten budur.
Bu duygu ve düşüncelerle, 1944 yılında, milliyetçi oldukları için hapse atılan Alpaslan TÜRKEŞ, Nihal ATSIZ, Hikmet TANYU, Remzi Oğuz ARIK, Mehmet IRMAK, Orhan Şaik GÖKYAY, Saik BİLGİÇ başta olmak üzere, aziz milletimizin yetiştirdiği bütün vatan kahra¬man¬larını rahmet ve minnetle yâd eder; “3 Ma¬yıs Türkçülük Bayramı” nızı gönülden kutlarım.
Prof. Dr. Ahmet KIYMAZ
(3 Mayıs 2020)