ÂLİMİN PAPUCU, DAMA MI ATILDI?
Sovyetler Birliği dağılıp Türk Cumhuriyetleri’nin istiklalini kazandığı ilk yıllar…
Üstat, Türkistan’da Türkiye ve Kazakistan’ın kurduğu ilk üniversite olan Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesine konuşmacı olarak davet edilir. Balkaş, Aral Gölü, Seyhun, Ceyhun ırmaklarından en küçük dereye… Eski Çağ, Orta Çağ, hanlıklar dönemi, hülasa, toponim ve coğrafyanın tarihine kadar tek tek, tane tane anlatır.
Kazak tarihçiler parmak ısırır, hocanın engin bilgisine…
Üstat, Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümünün kıdemli hocasıdır. Elinde tıklım tıkış evrak dolu çantasıyla fakültenin cümle kapısından girer girmez bir asistan tarafından bölüm başkanı, hocalar ve asistanlara varıncaya kadar oda oda dolaşılıp haber verilir. Her bir öğretim üyesi ve asistanlar tatlı bir telaşla toparlanmaya başlar. En son, hocanın Tarih Bölümünün yer aldığı bina kapısından içeri girdiği bilgisi gelir.
Bölüm başkanları, profesör, doçent, doktor ve araştırma görevlileri sağlı sollu odalarının kapısını açarak koridora dizilir. Hocayı asansör kapısı çıkışında karşılayıp selamlarlar, bölümün en genç asistanı hocanın çantasını alır. Profesör, doçent doktor ve asistanlar arkada, koridor sonundaki bölüm başkanı odasına giderler.
Üstat, bölüm başkanının koltuğuna oturur. Kahvesi gelir, karşılıklı hâl hatır sorulduktan sonra ayak üstü divan toplantısında bölüm başkanı, hangi hocanın rektörlük ve dekanlık tarafından nerede görevlendirildiği, konferansa giden, izinli hoca ve araştırma görevlileri ve günlük yapılacak çalışma programı hakkında üstada kısa kısa bilgiler verir. Aynı zamanda bölüm sekreteri, her bir hoca da birbirinden haberdar olur. Dersi olan hocalar, müsaade alarak amfinin yolunu tutar.
Ankara Üniversitesi Dil-Tarih Coğrafya Fakültesinin saygın tarihçi, aksakal hocası…
Prof. Dr. Mustafa KAFALI Hoca!
Onlarca profesör, doçent ve doktor yetiştirdi. Bir o kadar kitap, yüzlerce makale yazdı. Türklük bilim dünyasına emsalsiz katkıları, yetiştirdiği bilim adamları, otoritesi ve salmaklı duruşuyla adını tarihe altın harflerle yazdırdı.
***
Türk Dili ve dilciliğine adanmış bir ömür!
Marmara Üniversitesinden Uluslararası Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesine kısa bir dönem gelen Doç. Dr. Mustafa S. KAÇALİN Hoca bilimi, bilgisi ve çalışkanlığıyla lisans, yüksek lisans, doktora ve öğretim görevlileri üzerinde derin etkiler bırakır. Dersler 7.30-8.00’de başlarken o sabahın 6.00’sı odasındaki bilgisayarının başında Moğolca, Almanca, Türkçe transkripsiyonlu sözlük hazırlamakla meşguldür. İşinde son derece titiz ve disiplinlidir.
Okutman arkadaşlarımızdan biri sürekli yanına gidip gelir. Hocadan bir şeyler öğrenmeye çalışır. Hoca da bilim yolunda samimi ve gayretli öğrencilere bilgisini, ilmini aktarmaktan geri durmaz. Okutmanımız bir gün elinde sigarasıyla hocayı koridorda yakalar ve ardardına sorular sorar.
Hocanın suratı asılır, yüzüne bakmadan bir yandan yürürken bir yandan da ültimatom niteliğindeki şartlarını sıralar:
– Biir! benim yanıma elinde sigarayla asla gelmeyeceksin!
– İkii! koridorda, olmadık yerde beni durdurup soru sormayacaksın!
– Üüç! yanıma gelirken önce telefon edeceksin; uygunsam, sonra geleceksin!
***
Kendisini tanımaktan müşerref olduğum tarihçi Doç. Dr. Muzaffer ÜREKLİ Hoca, İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümünde asistandır. Diğer asistanlar gibi fakülteye gidiş-geliş, giyim kuşam ve saç sakal tıraşına dikkat ve özen gösterir, hiçbir hocasına saygıda kusur etmez.
Kız veya erkek, bölüm asistanlarının davranış tavırları, tepeden tırnağa giyim kuşamlarına varıncaya kadar titizlikle takip eden ve yazılı yazısız uyarılar yapmaktan geri durmayan bölümün yaşlı, müzmin bekâr doçent bayan hocası vardır.
Bir gün ders yoğunluğundan sabah geç kalkan Muzaffer Hoca kahvaltı etmeden ve tıraş olmadan evden çıkıp otobüs durağına koşturur, fakülteye güç bela yetişir. Koridorda bekleyen müzmin bekâr hoca, Muzaffer Ürekli’yi görür görmez bölüm başkanının odasına şikâyet için koşar.
Muzaffer Hoca bunu fırsat bilip hemen lavaboya gider, çantasından çıkardığı permatikle sinek kaydı tıraşını olur ve odasına doğru gider. Bu arada Bölüm Başkanıyla koridora çıkan Hoca Hanım, şaşkın şaşkın bakakalır. Sakallı asistan, sinekkaydı tıraşıyla filinta gibi karşısındadır.
***
Kazakların büyük ozanı Jambıl Jabayev’in (Almatı, 1996) 150. yılı anısına Almatı’da düzenlenen etkinliklere üstat Cengiz Aytmatov da katılır. Ak Üy’de Kazak- Kırgız kardeşliğinin edebiyat sanattaki yansımaları üzerine etkili bir konuşma yapar.
Türkiye’den devlet bakanı sayın Namık Kemal ZEYBEK’in heyeti olarak biz de Kazakistan Meclis binasındaki etkinliklere katıldık. Kopuzuyla Jambıl’ın “Ötegen Batır” destanının kısa bir bölümünü yorumlayan genç Kazak ozanını Cengiz Aytmatov, şu sözleriyle takdir etti:
“Bu Kazak yiğit ozanın kopuzuyla yorumladığı destanının kasetini dinleye dinleye arabamla Almatı’dan Bişkek’e dönmeyi çok isterdim.”[1]
Resmî protokol konuşmaları bittikten sonra gazeteciler, etrafını çevirip soru sormaya başladılar. Karede görünme gayretiyle biz de yanına gittik.
İkindiye doğru Kazak yazar ve şairler tarafından Kazakistan Yazarlar Birliğinde Şerefine bir yemek verildi. Türkiye’den gelen heyet olarak yemeğe katıldık. Üstadı canlı ve ilk kez yakından tanıma şerefine nail oluyorduk.
Kırgızistan’ın ve Kazakistan’ın önde gelen edebiyatçısı, şairi sofradaydı. Üstat, sofraya birkaç dakika geç geldi. “Aramızda 67 yaşın üzerinde olan var mı?” diye sordu. Hatırladığım kadarıyla gözlüklü Kırgız bir edebiyatçı, yaşının 69 olduğunu söyledi.
Cengiz Aytmatov: “O hâlde bu sofranın aksakalı olarak törağa sizsiniz. Söz ve meclis sizin, buyrun!”
Yaşı büyük edebiyatçımız, başta yurtdışından gelen konuklar olmak üzere sofradakilere tek tek söz verdirdi.
Eserleri dünyanın neredeyse bütün dillerine çevrilen, ülke başbakanlarıyla birebir görüşen, her gittiği yerde sanat, edebiyat ve siyaset dünyasında ilgi, övgü ve itibar gören üstadın sofra meclisindeki mütevaziliği, kibarlığı ve kibirden uzak kişiliği beni derinden etkiledi. Oysa Aytmatov’un olduğu yerde akan suların durduğu, başka edebiyatçıların konuşma hakkına sahip olmadığını düşünüyordum.
Farklı zaman ve mekânlarda, düğün, bayram ve bilimsel etkinliklerde defalarca Kazak, Kırgız, Özbek aydın, yazar, sanatçı ve bilim adamlarıyla bir masa etrafında sohbet etme imkânını yakaladım.
Türk töresi gereği orada yaşlı aksakal kim varsa söz ve otoritenin sahibi odur. Düğün, bayram ve törenlerde Kazak, Kırgız dostlarım arasında hangi unvan, makam sahibi olunursa olsun buna riayet ve özen gösterildiğine defalarca şahit olmuşumdur.[2]
***
Uluslararası Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi, İletişim Fakültesi giriş salonu…
Prof. Dr. Günay KARAAĞAÇ, Türkiye’den gelen birkaç Türkçe okutmanı ve Tarihçi hocalarla, İletişim Fakültesi giriş salonunda ayaküstü sohbet ederken Ahmet Bican ERCİLASUN hocamız kapıdan içeri gelir.
Ben de o dönem Cusup Balasagun Milllî Devlet Üniversitesinde doktora yapıyordum.
Selamlaştıktan sonra hepimize dönüp “Höllük nedir?” diye sordu. Cevap beklemeden Günay Hoca’ya dönüp cevap vermesini bekledi. Hoca cevap vermedi. Birkaç saniye bekledikten sonra bana dönerek “Ahmet, sen söyle!” dedi. Dilci, profesör hocalarımızın yanı sıra doçent, doktor tarihçi hocalarımızın arasındaydım.
Altı yaşına kadar köyde yaşamış bir köy çocuğu olarak sorunun cevabına fazlasıyla vakıftım. Hocaların yanında “Evet hocam bu sorunun cevabını bir ben biliyorum” tavrı hiç doğru olmazdı. Ancak cevap vermemek de olmazdı. Çünkü annemle çok kez köyümüzün Kayaboğazı olarak bilinen taşlık bir yerden toprak kazıp ince elekten geçirirdik. Genişçe bir kazanda iyice ısıtıp soğuttuktan sonra bebeklerin altına serilen kalınca bir beze dökülür, altı öyle sarılırdı. Bebekler “pişik” olmasın diye kundak olarak kullanıldığını gören ve yaşayan biriydim.
“Hocam, höllük… eskiden köylerde çocuk bezinin olmadığı zamanlarda annelerimiz temiz toprağı kazarak…” dedim ve cümlemi hassaten tamamlamadım.
Ahmet Bican hocamız beni tasdikler gibi başını salladı. Çünkü orada benden yaşça, İlmî akademik geçmiş ve tecrübesiyle saygın hocalar vardı. Bu, her şeyden önce büyük kabalık olurdu. Kaldı ki hocalarımız, bunu pekala biliyor ve cevabı okutmanlardan bekliyor da olabilirlerdi.
***
Doktora savunması için bazen hocam Beyşebay Usubaliyev’le bazen de kendim evrak, rapor teslimi için Kırgızistan Bilimler Akademisinin Dil Enstitüsüne gidiyorduk.
Oradaki Akademik (Çilenkor, Ordinaryus Prof. Adayı), Prof., Doçent, Dr., araştırma görevlilerine kadar hepsini tanıyorduk. Hangi alanlarda uzman olduklarına, yazdıkları, kitap ve makalelerine varıncaya kadar…
Akademide doktorasını yapmamasına rağmen Kırgız Dili ve Edebiyatı alanında engin bir bilgiye sahip, yardımsever ve insanî kişiliğiyle öne çıkan aksakal hocalardan Mamır Tolubay da vardı.
Beyşebay Usubaliyev hocamla sık sık akademide, yemekli toplantılarda, düğünlerde Kırgız dilinin ağır topları bu hocalarla sık sık bir araya geliyorduk.
Yine gittiğimiz bir düğündeki sohbete dayalı Mamır Tolubay hoca, ayağa kalkarak davetlilere bir soru sordu:
“Kırgızlarda fare yavrusuna ne denir?”
Tanınmış, efsane dilci ve edebiyatçıların masasından bir cevap gelmedi. Manas Üniversitesine gitmeden önce Kasım Bayalinov’un “Acar” adlı povestini (uzun hikâye) Türkiye Türkçesine çevirmiştim ve o hikâye, Manas Üniversitesi dergisinde yayımlanmıştı.
Hikâye, 1916 Ürkün hadiselerinin çıktığı dönem! Çar’ın askerleri Kırgız obalarına gelerek eli silah tutanları zorla askere almaktadır. Acar’ın annesi oğlunun askere gitmesini istemez. Yalvarır: “Kocam gitti. Şimdi oğlumu da benden alıyorsunuz. Fare yavrusu gibi çocuklarım (çiyeday baldarım) geride kaldı.”
“Çiye” sözünü oradan iyi biliyordum. Ancak densizlik ederek orada çıkıp söylemem uygun değildi. Sessiz kalmayı tercih ettim. Mamır Hoca “Çiye” dedi. Fare yavrularının gözleri açılmadan kımıl kımıl hareketlerini ve Kırgız annenin de çocuklarını kolsuz, kanatsız fare yavrularına nasıl benzettiğini bir bir açıkladı.
***
2006, Şubat ayı… BGU’daki bölümde tez savunmasından sonra bütün resmî işler, Bilimler Akademisindedir. Son savunma burada yapılacaktır: Tez savunmasının tarihi, aponentlerin tespiti, tezle ilgili görüş belirtmek üzere bir üniversitenin Kırgız dili kafedrasının kararlaştırılması, tezin özet kitapçığı vd…
Hocam Beyşenbay’la Akademinin koridorlarında mekik dokuyoruz. Hocalar, sekreterler, doktora bölümü sekreterliği… Neredeyse evden sonra ikinci adresimiz burası oldu. Dördüncü kat dil bölümü, Bölüm Başkanlığının sağ tarafındaki koridorda Ord. Prof. Dr. Cenişbek Cumaliyev, Ord. Prof. Dr. T. K. Akmatov, Prof. Dr. A. Tursunov, Prof. Dr. Sagalı Sıdıkov ve Mamır Tolubayev’in odaları yer almakta…
T. K. Akmatov hocaya odasının anahtarını vermemiz gerek. Akmatov hoca aynı zamanda benim hocamın da hocası (Profesörlük tez danışmanı).
Hocanın odasına geldiğimizde odasında yok. Hemen Kırgız Dil Enstütüsü Bölümüne gidiyoruz. Enstitü odası aynı katta ve yan tarafta. Sekreter kız, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle bölüm başkanının odasında bir kutlama yapıldığını ve hocanın da orada olduğunu söyler. Sekreter, bizi içeri davet eder. Girmiyoruz. Oradaki iki koltuğa ilişiveriyoruz.
Beyşenbay hoca, içeri girip hocayı ve oradakileri rahatsız etmek istemiyor. Uzun bir bekleme sürecinin başında içeriden Beyşenbay Hocanın danışmanlığını yaptığı Dr. Akıl Şarşenbayev çıkar. Bizimle hemen selamlaşır ve içeri buyur eder. Hocamız yine reddeder. Anahtarı Akmatov hocaya iletebileceğini söyler. Beyşenbey Hoca, bunu da kabul etmez ve geldiğimizi ona söylemememizi tembihler.
Beyşenbay Hoca kararlıdır. Akmatov Hoca ne zaman kapıdan çıkarsa anahtarı o zaman kendisine verecektir.
Bir saat on dakika geçtikten sonra hoca kapıdan çıkar. Bizi görür görmez yanımıza gelir ve selamlaşır. Neden içeri girmediğimizi sorar. Hocam da kısaca izah eder durumu… Anahtarı hocaya teslim eder.
T. K. Akmatov… On profesör ve kırka yakın doktor yetiştirmiş. Hocaların hocası…
Beyşenbay Usubaliyev… On altı doktorun hocası, iki profesörlük tezinin danışmanı, yazar, eleştirmen, gazeteci.
Bilimi dört duvar arasında öğrenmek mümkün. Bilim adamına saygıyı ise dört duvar arasına sığdırmak mümkün olmasa gerek!
***
Asil Şengün, Bişkek Sosyal Bilimler Üniversitesinde doktora yapmaktadır. Yaz kış, Kazakistan’ın Türkistan şehrinden 700 km yol kat edip Bişkek’e gelerek tez hocası Prof. Dr. Abdılda Musavey’le görüşmeye çalışır. Hocası aynı zamanda BGU’nun rektörüdür.
Gelir gelmez sekreterinden randevu alır. Sabahtan akşama kadar kapısında bekler. Mesai bitiminden sonra ancak görüşür. Sadece yazdığı bölümle ilgili bir iki kelam görüşünü almak için!
Türkistan’dan Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e her gelişinde yol, yiyecek, konaklama masrafı… Doktora sürecinde aylık ücretinin yarısını yıllarca doktora yollarında sarf eder.
***
Doktora avtoreferatımı hocalara vermek için arkadaşım Ali Daşman’la Bişkek’ten Karakol Üniversitesine (Isık-Göl) 400 km yol kat ettik. Prof. Dr. Cumaş Mamıtov ve Prof. Dr. Akeş İmanov’a doktora tezimizi elden teslim ettik. Ancak, Oş Üniversitesine ulaştıramadık.[3]
Yaklaşık iki ay sonra Kırgız Ulusal Bilimler Akademisi, Cengiz Aytmatov Dil Enstitüsünde savunma günü için tarih verildi. Doktora sınavı için başka şehirlerden gelen hocaları, danışman hocam Prof. Dr. B. Usubaliyev’le misafirhanede karşıladık. Tez özetini (avtoreferat) ulaştıramadığımız jüri üyelerinden birkaçı sitem etti. Onlar için yerli, yabancı öğrenci fark etmiyordu.
Oş Devlet Üniversitesinden gelen Prof. Dr. Gapar Zulpıkarov Hoca ise bizi payladı: “Avtoreferatlar kandidat (doktora) savunmasından en az bir iki ay önce jüri üyelerine iletilmesi gerekti. Siz ise bir kaç gün önce bize veriyorsunuz. Zamane gençlerde tertip düzen yok!”
Jüride on üç profesör (Üçü Ord. Prof. Dr. olmak üzere) vardı. Bişkek’teki her bir hocayı tek tek arayıp kimini evinde, kimini akademide, kimini de yazlıklarında gidip bulup evraklarımızı teslim ettik. Ancak, Oş’a gitme imkânımız olmadı. Üstelik avtoreferatları bizzat elden hocalara doktora savunmasını yapacak adayın teslim etmesi gerekiyordu.
Özürlerimizi ilettik; ancak referatı iletemediğimiz iki hoca: “Sınavda seni terleteceğiz. İyi hazılan!” diye misafirhanede bize gereken mesajı verdiler. Ancak, savunma çok iyi geçti.
Takılmadan, sorulara Kırgızca teker teker cevaplar verdik. Başta doktora hocam olmak üzere bütün hocalar memnun kaldılar.
***
SONUÇ:
Bilim yolu sabır, yılmadan usanmadan çalışma, araştırma gerektiren çetin bir süreç!
Yüzlerce kaynak taraması yapacaksınız. Onlarca aşamadan (yüksek lisans, doktora yapılan bölümünüzde, enstitüden, iki aşamalı sınavdan ve daha sonra akademiye gelerek birinci ve ikinci savunma sürecinden geçeceksiniz. Doktora tezinizi izleyen başka şehirdeki üniversite hocaları ve akademideki iki hoca tezinizle ilgili raporları yazacak. Daha bir çok prosedürü aşama aşama tamamlayacaksınız.
Günümüz Türkiyesinde ise bambaşka bir tablo!
Yüksek lisans ve doktora adayı, sadece danışmanı ve önünde savunma yapacağı üç – dört akademisyenle muhatap olmak; bir de yorulmadan, araştırmadan, kaşla göz arasında diplomasını almak istiyor.
Türk töresi ve akademisyenliğin getirdiği saygı, bilimsel estetik, kaygı ve davranışlardan… Fakülte, yerleşke veya şehirde gördüğü hocalarına selam vermekten… Seminer odası veya sınıf kapısını açıp herhangi bir hocası içeri girdiğinde nezaket gereği yarım yamalak ayağa kalkma nezaketinden uzak!
Eksiklikleri, yanlışları dile getirilince suratını ekşiten onlarca doktora öğrencisi!
Dahası… “Ben şu an yüksek lisans yapmak üzere ders kayıtlarımı yapıyorum. Sizin danışman olmanızı istiyorum.”
Hocasının kapısını çalıp müsaade isteme zahmetine katlanmadan telefonla arayıp danışmanlık meselesini çözmeye çalışan cevval, yeni yetme akademisyen adaylarımıza ne demeli?
“Bilim nedir? Bilim adamı nasıl olmalıdır? Uluslararası seviyede entelektüel, vizyoner kimlik nasıl kazanılır?”
Sözlü sınava gerek duymadan puanlama usulüyle sıralamada dereceye giren, öncesi ve sonrasını bilemediğiniz öğrencilere danışmanlık yapacaksınız.
Bütün bunlar bir yana bilim camiasında oturma, kalkma, nezaket, saygı çerçevesinde müsaade alıp bilimsel görüş ve itirazını nasıl dile getireceği konusu ancak ve ancak görerek, yaşayarak öğrenilir.
Bilimsel estetik, kaygı ve değerleri doktora sürecine sığdırmak da mümkün değildir.
Ayrıca, bütün olumsuzlukların vebalini doktor adaylarına da yüklemek haksızlık olur. Eski asistanlık sistemi, lisansüstü öğrenci sınav ve programları tekrar gözden geçirilmelidir.
Matematiğin skor ve sayısal değerleri, bunları cevaplamada maalesef sıkıntılı!
Akıllı bir akademisyen adayı, bilim yolunda araştırma ve öğrenmede “Ok” gibi, bilim adamına saygı ve hürmette de “Yay” gibi olmalıdır.
05.10.2024
Prof. Dr. Ahmet GÜNGÖR
Giresun Üniversitesi Türk Dili Öğ. Üyesi
[1] Genç Kazak ozanın ismini hatırlayamadım ancak kopuzla dinlediğim bu destan beni bin yıl öncesi Türk tarihine götürmüş gibi oldu. Söylemiş olduğu “Ötegen Batır Destanı” Jambıl’ın destanıydı ve Doç. Dr. Zeyneş İsmail’le ilk biz Türkiye Türkçesine aktarmıştık. Bk. Jambıl, Ahmet Yesevi Vakfı Yayınları-4, Ankara, 1996, s.364.
[2] Konuyla ilgili ayrıntılı yazıyı facebook sayfasında daha önce paylaştım. Bk.Facebook, Ahmet Güngör, 21 Şubat 2014.
[3] Kırgızistan’da doktora ve doktora süreciyle ilgili ayrıntılı bilgiler Youtube kanalımda (“Yokuş”, Prof. Dr. Ahmet Güngör) yer almaktadır.
Prof. Dr. Mustafa KAFALI
Prof. Dr. Mustafa S. KAÇALİN
Doç. Dr. Muzaffer ÜREKLİ
Cengiz AYTMATOV
Prof. Dr. Ahmet Bican ERCİLASUN
Ord. Prof. Dr. Toktosun Kerimbayev Akmatov
Ord. Prof. Dr. Askar Tursunov
Prof. Dr. Sayfulla Abdullayev
Prof. Dr. Beyşenbay Usubaliyev
Prof. Dr. Gapar Zulpukarov
Prof. Dr. Ahmet GÜNGÖR’ün Doktora Savunması