
AVRUPA’YA ASKER OLMAK MI?
ABD Başkanı Donalt Trump, başkan seçilmesiyle birlikte, ABD’nin klasik politikalarının dışında ve dünyanın da duymaya alışık olmadığı açıklamalar yapmaya başladı. Suriye, Ukrayna, İran gibi dünyanın sıcak bölgeleri ile birlikte, Meksika, Panama, Kanada, Grönland’la ilgili açıklamalar bunlar arasında. Bir diğer açıklaması da Avrupa’nın güvenliğine karışmayacakları şeklindeydi.
Trump’un bu açıklamaları ile Avrupa başkentleri kısmen panik yaşamaya, acilen savunma bütçelerini artırma yoluna gitmeye ve ortaya çıkan güvenlik açığını telafi etmenin arayışına girmiştir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu hengamda Avrupa’nın askeri güvenlik açığını Türkiye’nin doldurabileceği şeklinde, tek taraflı açıklamalar yaptı.
Yazar-düşünür Doron Acemoğlu da, Türkiye’nin AB ye vereceği güvenlik hizmeti ile birlikte, bu alanla ilişkili ve tamamlayıcı nitelikte diğer alanlarda da birçok faydalar yakalayacağı, dolayısıyla Avrupa’ya güvenlik hizmeti verilmesinin uygun olacağına dair görüşler beyan etmiş oldu.
Zamanında, Somali’de BM kapsamında komutan olarak görev yapma tecrübesine de sahip olan ve Türk askerinin Afganistan, Somali, Bosna, Kosova, Lübnan gibi dünyanın değişik bölgelerinde başarılı görevler yaptığını gören Org. Çevik Bir de, “Askerimizi güvenlik hizmeti için dünyaya ihraç edebiliriz, Türk askeri Türkiye’nin ihraç markası olabilir..” şeklinde açıklamalar yapmıştı…
CB. Erdoğan’ın Doron Acemoğlu’nun ve Çevik Bir’in açıklamalarının ortak paydasında yer alan temel nokta; Türk askerinin dünyada hatırı sayılır bir güce ve yere sahip olduğu ve bu gücünü dünyaya hizmet olarak arz edebileceği ve bu durumun finans ve ekonomik getirisi üzerinde birleşmektedir
Türkiye’nin son 80 yıllık Avrupa, ABD ve NATO ekseninde gelişen tarihine baktığımızda; Avrupa ve ABD ile Güvenlik/Asker ve uluslararası siyaset, ticaret eksenli birlikteliği olmuştur. Ancak bugüne kadar söz konusu diğer sahalarda, şimdilerde umulan ve dile getirilen fayda ve gelişmelerin ülkemizde hayat bulmadığı da ortadadır.
Türkiye, böyle bir yakınlaşmaya rağmen bir Fransa, bir Almanya veya bir İngiltere gibi gelişmiş ülkeler standardında bir ülke ol-a-mamıştır. Elbette burada askerinin sayısal gücüne ve niteliğine dayalı ordusunu hariç tutmak gerekir. Ancak bu gücüne biraz daha yakından bakacak olursak askerlikte yetişmiş personel / Mehmetcik kaynağı ile öne çıkmış olsa da, savunma sanayinde ve teknolojilerinde de, AB ülkelerinin Türkiye’den açık ara önde olduğu bir durum vardır.
Ortaya çıkan bu durum şunu gösteriyor. AB kendi güvenliği için kendi insanının canını riske atmak istemezken, Türkiye olarak bu kapsamda hizmet yapmaya talip oluyoruz. Yani, Avrupa’ya sizin asker kaynağınız olabiliriz, sizin için gerekli olan yüksek riskli hizmetlerinizi biz yapabiliriz diyoruz.
Türkiye’nin önemli bir gerçekliği paraya çok ihtiyacının olmasıdır. Ancak bu para ihtiyacını karşılamanın yolu, Türk askerinin askerlik hizmetini kiraya vererek, dolayısıyla Mehmetçiğin canını Avrupa’nın güvenliği için riske ederek onun üzerinden para kazanma yoluna gidilebileceğinin düşünülmesi, üzerinde çok yönlü durulması gereken önemli bir husustur.
Almanların hatırına girilen 1’inci Dünya Savaşı’nda Mehmetçik kırdırılmıştı. Ha keza ABD’nin hatırına Kore’de yine aynı şey olmuştu. Devam eden 1960-70’li yıllarda ülkede kalkınma ve istihdam yaratılamadığı için Anadolu insanı Avrupa’nın ucuz iş gücünü oluşturmuştur. Halen sosyal adalette yaşanan dengesizlikler vs. dolayısı ile Avrupa’nın insan kaynağını oluşturma süreci devam etmektedir. Burada birde yetişmiş insan kaynağı yönetimine stratejik bir anlayışla bakılmadığı için aynı şey bu kıymetli insan kaynağında da yaşanmaktadır.
Avrupa’ya ve dünyaya Türkiye’nin asker varlığı üzerinden güvenlik hizmeti arzı, uluslararası göç hareketleri karşısında AB ile imzaladığımız Geri Kabul Anlaşması’nın bir başka versiyonu gibi. Bilindiği gibi, bu durum için dönemin Başbakanı B. Yıldırım, mealen “Avrupa’nın işini görüyoruz, Avrupa’yı memnun ediyoruz.” demişti. AB’den alınacak finans destek karşılığında ülke ekonomisinin ve Anadolu’nun demografik yapısının bozulmasını, iç güvenlik ve daha başka mahzurları da beraberinde ülkemize taşımasını göze almak çok bariz ve stratejik seviyede yapılmış bir hata idi. Şimdilerde, daha büyük bir hata ile Avrupa’ya, Mehmetçiğin canının söz konusu olduğu bir teklif sunmuş bulunuyoruz.
Türkiye gerçekliğinin buyüzünde, Avrupa’nın dikkatini çekmeye çalıştığımız ve D. Trump’ın da övgüsüne mazhar olan ordumuz ve Cumhurbaşkanımız varken. Diğer yüzünde ekonomi, sanayi, teknoloji, tarım, hayvancılık, sağlık, madencilik, katma değer yaratamayışımız ile evrensel değerler: insan hakları, hak hukuk adalet, demokrasi, sosyal adalet, sosyal barış, vatandaşın huzuru, mutluluğu gibi standartlarda, dünya endekslerinde diplere inmiş bir gerçekliğimiz var.
Türkiye, bu zamana kadar en azından Cumhuriyet dönemi boyunca Atatürk döneminde başlatılan kalkınma sürecini sürdürecek şekilde ve her bakımdan gelişmişlik kriterlerini yükseltmiş bir devlet ve ülke olabilme imkân ve fırsatını bulmuş olmalıydı. Bu anlamda baktığımızda, ülkemiz, dünya konjonktürüyle ülke dinamiklerinin örtüştüğü müşterek ve uygun koşullar da yakalamış olduğunu da görüyoruz. Bunlara birkaç örnekle değinmek gerekirse;
En son AKP döneminde AB’ye girme yolunda birçok fasıllar tamamlanmış ve uyum yasaları da çıkarılarak, gözle görülebilecek nitelikte ülkemizde iyileştirmeler yakalanmıştı. Ancak, AB’nin Türkiye’ye karşı ikircikli davranması ve AKP’nin de demokrasiden uzaklaşarak, otokrasiye doğru evrilerek ümmetçilik politikalarına yönelmesi, bizi bu “kıymetli” yapısal süreçten uzaklaştırmıştır. AB’nin zorluklar çıkarmasına rağmen Türkiye, Kopenhang Kriterleri doğrultusunda reformlarına devam edebilmiş olsaydı, prangalardan kurtulmuş ve stratejik seviyede bir avantaj yakalamış olabilirdi.
Bugünlerde yeniden ve çokça dile getirilen demokratik yeni anayasa yapılması konusunda, AKP’nin inisiyatifiyle Prof. Dr. E. Özbudun başkanlığında 2007 yılında bir anayasa taslağı yazılmıştı. Sonra 2012-2013 yıllarında AKP ve CHP ortaklaşa hazırladıkları belli maddelerde mutabakat ta sağlanmıştı. Bu anayasa taslaklarının ilkini AKP geri çekti. Sonraki çalışmada devam ettirilmedi ve kadük bırakıldı.
Bilindiği gibi Türkiye, ABD ile ilişkileri iyiyken F 35 savaş uçağı projesinin önemli bir ortağı olarak bulunuyor ve bu uçakların parçalarının önemli bir kısmı Türkiye’de üretiliyordu. Ancak, Rusya’dan S-400 Hava savunma sistemi alınması ile F-35 Savaş Uçağı projesinden çıkarıldı. Bu projeden çıkarılmasaydı şu anda Türkiye’nin elinde 100’den fazla F-35 uçağı olacak ve Hava Kuvvetleri bu alanda bir zafiyet yaşamayacaktı. Aynı durum tank konusunda da söz konusudur. TSK’nın elindeki tank fabrikası, üretilecek tankın prototipi hazır olarak 10 yıla yakın bir zaman önce Katar-BMC şirketi ortaklığına devredildi, ancak bugüne kadar bir tank bile üretil-e-medi.
Tüm bu kayıpları telafi edecek yeni yol yöntem ve politikalar elbette bundan sonra da geliştirilebilir. Ancak görülen o ki, aklın bilimin doğrultusunda geliştirilmesi gereken stratejiler ve politikalar ile ülkenin mevcut üst seviye yöneticilerinin düşünceleri ve entelektüel birikimi arasında düşünüş ve anlayış farkı, oldukça fazla bulunmaktadır.
Yazar D. Acemoğlu’nun ileri sürdüğü gibi, “Avrupa’ya sunulacak asker hizmeti üzerinden kamu yönetimi ve diğer sektörlerde bir iyileştirme sağlanabilir.” düşüncesi elbette mümkündür. Ancak soru şu; mevcut Türkiye yönetiminin ülke için gerekli yazarın işaret ettiği diğer alanlarda ülkeyi geliştirmek istediğine dair bir niyet ve misyonu var mıdır? Üst paragraflarda bunun cevabı verilmişti.
Bu kapsamda, halihazır mevcut durumda Türkiye’yi tarihi misyonuna uygun şekilde ileri sıçratacak stratejik seviyede bir akıl ve anlayışla idare edilemediğimizi maalesef söylemek durumundayız. Bu konudaki yetersizlikler, sadece bugün ülkeyi idare eden ve “Siyasal İslam” olarak nitelenen kadrolar için değil, laik ve modern anlayıştaki diğer bilumum kadrolar içinde söz konusudur.
Türkiye’nin geleceğine yönelik vizyon eksikliği, hatta vizyonsuzluk sarmalı günümüz kuşaklarının tüm renklerinde vardır. Hatırlamak lâzım, ABD’nin birinci ve ikinci Körfez Harekâtları’nda kimi emekli generallerimiz TSK’nın, ABD ordusunun bölgedeki öncü kuvvetleri olması gerektiğini savunmuşlardı. Ülkemizde bu anlayışın, içinde bulunduğumuz süreçte, küresel güçlerle birlikte Irak, Suriye Libya gibi komşularımıza yapılan askeri operasyonlara katılmakla tekrar ettiğini gördük. Önümüzdeki süreçte ABD ve İsrail ortaklığının İran’a yapacağı saldırılarda, Türkiye’yi de bu saldırının bir parçası yapabilirler mi? Türkiye’yi yönetenler bu projeye ortak olur mu? endişesini millet olarak taşıyoruz.
Görülen o ki, günümüzde cari hayatın içinde bulunan siyasetçiler, düşünürler akademisyenler, bürokrat ve teknokratlar, dünyanın hercümerç olduğu bir dönemde soğuk ve sıcak savaşın etkilerinde kalan, inanç ve etnik yapılar ile ideolojilerin çarpıştığı bir dönemin kuşaklarıdır. Dolayısıyla değerleri karışık, zihni bulanık, tepeden inmeci, tepkici ve çatışmacı bir kültüre ve bakış açısına sahiptir. Böyle olunca, evrensel nitelikte bile aralarında ortak bir düşünce ve politikalar oluşturamamaktadırlar.
Sürekli çatışan bu kadrolar tarafından Türk milletinin kadri ve kıymeti bilinmesi beklenmemelidir. Bu zamana kadar, para ve menfaat bakış açısıyla yapılan tasarruflarla milletin şeref ve şanı hatta canı örselenmiştir. Maddî ve manevî varlığı eziyet görmüştür. Hasletleri, medeni potansiyeli işlenememiş, evrensel değerler ortak paydasında buluşturulamamıştır. Tarihte az rastlanan bu milletin nice nesilleri, maddi ve manevi varlıkları uzun zamandır berhava edilmektedir.
Artık, dünyayı okuyamayan, Türk milletinin potansiyelini göremeyen iş başındaki bu problemli nesil, ülkenin üzerinden elini çekmelidir. Onların yerine, tüm insanlığı seven ve milletini özünden bilen, onun izzet ve şerefini her şeyden üstün tutulması gerektiğine inanan, onu yeryüzünde, çağın gerektirdiği evrensel değerler standartlarında yeniden birinci millet yapmaya azimli, inanmış, iddialı, vizyoner lider ve kadrolarla bu millet buluşmalıdır.
Umulur ki bu millet ve askeri, Avrupa’nın güvenliği gibi hususlarla meşgul edilmesin. CB. Erdoğan liderliğinde Türk ve Turan coğrafyasının imarı için stratejik seviyede bir odaklanma ile gerekli girişimler başlatılsın.
Bu odaklanma, bugün olmasa bile, önümüzdeki yakın dönemlerde, millet idealist lider kadrolarıyla bütünleşerek, tüm birikimi ve gücü ile Türk Cumhuriyetleri ve Turan coğrafyasının korunmasına ve kalkınmasına yönelecektir. Kadimden beri Türk halklarının yurdu olan bu Turan coğrafyalarının kalkındırılması, çağdaş dünya seviyesine çıkması için tüm varlığını ortaya koyacak, bu amaç Türkiye’nin vazgeçilmez bir millî hedefi ve vizyonu olacaktır. Türkiye bu aşamada yüksek seviyede önce kendi kurumlarını revize ettikten sonra, bu yüksek değerlerin kardeş ülkelerde de neşvünema bulması için tarihin yüklediği bu misyonu tüm gücüyle eda edecektir.
Türk milleti, bu aziz millet, kendisini özünden seven bu seçkin kadrolarla bir an önce buluşmalıdır. Ya da bu kadrolar nerelerde, hangi düşünceler iç içe sarmalanmış ise, milletinin manevî şahsının çağırdığı bu tarihî misyonda yer almak üzere “ben buradayım” diyerek, ayağa kalkmalıdır.
02.04.2025
Haşim EFE
E. Alb.

