DAĞLAR (Şiir=Deneme)
Yine duman duman dağların başı,
Yar sılada, ben gurbette yanarken.
Sevda domur domur bir çiçek başı,
Şimdi yârin özlemiyle yanarken.
Yücelerinden dumanlar savrulur Anadolu dağlarının. Çankırı’da ise Bozkır’dır, Erikli’dir, Aydos’tur, Ilgaz dağlarıdır bunlar. Yer yer, omuz omuza halay çeken efeler misali tepeler dikilir insanın karşısına. Biri birine yaslanarak anlatmak ister sanki Anadolu insanının samimi, içten yaşantısını bunlar.
Bu dağlar, sanki el ele vererek sohbetin en koyusuna dalmışlardır. Gönülden gönüle, gizli gizli söyleşip, dertleşiyor sanır insan. Öyle yakın ve öyle uyum içindedirler ki, bir birileriyle, samimiyetin böylesine “eyvallah” diyesi gelir insanın içinden.
Bağdaş kurup oturan bir efe misalidir, Çankırı Kalesi’nin oturduğu tepe. Çünkü, yücedir dağların başı, eğilmek bilmez; bu da tam bizim insanımız gibidir.
Sanki diğerleri de bunu örnek almıştır. Anadolu ancak böylesine yiğit, böylesine güçlü ve böylesine azametli olanını barındırır bağrında. Ayrıca sahip olanın da kıymet bilir olması gereklidir. Yüce Anadolu, bunu görür, bunu duyar ciğerinde; onun için de kendisi böyle davranır. Belki de kendisi böyle ister, insanının böyle yetişmesini ve bu özelliklerle donatılmasını. Onun için de her mevsimde dört mevsim yaşatır Anadolu… Çünkü o yücedir, samimi ve vakar doludur. O ana doludur; yürektir, bilektir…
Çankırı dağlarının arasına, ağaçlı ve yüksekliği belli olmayan, inişli-çıkışlı vadiler ve yeşil yaylalar yerleşmiştir ki, güzelliklerin sırrını sanki bunlar saklar. Tesiri en soğuk ruhları bile yok edip sindirir. Yer yer değişik ağaçların çiçeklerin ve çimenlerin yanında türlü nebatların kapladığı bu nakışlı seccade, güzelliğin, şiiriyetin kaynağını teşkil eder. Zevk verir, şevkini artırır insanın. Yeşilin en yeşiliyle selamlar insanları.
Yayılmış yemyeşil çimenler burda,
Gümüş sim işlenmiş bir halı gibi.
Sümbüller boynunu eğiyor yere,
Toprakla konuşan sevdalı gibi.
Bütün analar gibi cömert davranır, tabiat ana Çankırı’da. Bir tablodur ki, ressamlar bile aciz kalır bazen karşısında. Manzaranın güzelliği öyle etkiler ki insanı, o an bir masal çağını yaşar insan. Hafif dumanla karışmasını görmek lazımdır yeşilliğin. Duyması lazımdır, o duygu ürperişiyle uzanan manzaranın içinden peş peşe gelen nağmeleri; çeşitli hayvan ve kuş seslerinin ahengini. Bazen bir yanık türkü karışarak gelir bu seslere ki, okşar insanın ruhunu ve duygusunu.
“Almış garibanım destine felek
Çalar taştan taşa bi karar beni.
Vacib oldu bana can verip ölmek
Bu dert iflah etmez ahir-kâr beni.
Gezdiğim aheste, sanmayın hasta
Murg-i can kafeste, gönül şikeste
Dil verdim rahmi yok, bir çeşm-i meste
Ağlatır rüz-i şeb, zâr-ü zâr beni
Nur-i mey yerine nüş ettim zehri
Tuttu ebr-i âhım mâhı sipehri
İl sözü, yâr cevri, feleğin kahri
Etti genç ömrümde ihtiyar beni.”
Bu renk ve müzik cümbüşü içerisinde, çam ağaçlarından “soymuk” çıkararak yerler köy delikanlıları. Bu ecdat yadigârı topraklar ve Anadolu iklimidir bu duygu selinin kaynağı. Bu duygu seliyle yoğrula yoğrula haşır neşir olur insan.
Suları var ki “şeker paredir” onlar.. Tatlıdır, buz gibidir soğukluğu. Kudretin dolabından alır ki soğukluğunu “buz dolabı” halt etmiş yanında.. Pınarlar, kuşların şarkılarına karşı okur ağıtlarını, dert küpüdür sanki. Kurbanlar kesilir bu şifalı suların başlarında. Derman aranır dertlere, çare bulunur. Kavis kavis akar dereler, ıpıl ıpıldır. Sihirli gibidir yosunlu taşlar dere yataklarında. Mülâyim ve nazlı nazlı akarlar.. Bazen dans eder gibi kımıldanır.
Yer yer sazlıklarla kaplıdır dere ve göl kenarları… Yeşil ördekler konup – uçarlar. Mercan gibi parlak, berraktır; insanın içini açar, gönlünü okşar. Gelinler, kızlar avuç avuç içerler; bakraçlarını doldururlar. İnsanın hepsini birden, bütün pınarların sularını içesi gelir…
Maniler, türküler söyler gelinler kızlar kırıta kırıta. Sohbetin bile tatlısını yaparlar bir pınar başında. Yavuklusuna göz ucuyla bakar bir taze. Gülüşmeler olur o sıra. Kınalı avuçlara dolar ve serinlemek için serpilir akçacık, güneşin sıcağından bunalan terlemiş bağırlara… Ferahlatır. Nefes almayı kolaylaştırır; kavuran bunaltıcı sıcağa inat… Gürül gürül akar çoğu kez toprağın damarlarından. Hayata canlılık vermek için ve acele eder gene toprağa dönmek için. Galiba o ermiştir insana gizli olan toprağın sırrına…
Anadolu’da, bilhassa Çankırı köylerinde, kır çeşmelerinde musluk bulunmaz. Adeta hürriyeti seçmiş gibidir bu çeşmeler. Pranga misali olacaktır musluklar. Devamlı akar söğüt dallarıyla karışır sazlar çeşme eteklerinde. Tavşan ürkekliğindedir bunlar. En ufak rüzgârda bile huşu içinde sallanmaya başlar. Bazen çiçekler, çimenler, sazlar ve salkım söğütler renga renk karışır birbirine. Çakıl taşları tamamlar manzaranın eksikliğini. Bir başka pırıltılıdır bu manzaranın içine dağılmış akmaya devam eden suyun görünüşü. Hala ördekler, kazlar ve çocuklar birlikte yüzmektedir bazı yerlerde…
Bazen bir damla suya hasrettir. Pınarlar durmuş, oluklar boştur. Yanar kavrulur bitkiler gençliğinde, tap tazecik iken. Toprağın yüreği, ciğeri yanar böyle yerlerde. Pare pare olur. Nasırlı elleri andırır ki, yarık yarıktır. Göklerden boşanırcasına yağmasını bekler yağmurun. Kıraç yerler ancak böyle böyle verecektir altın başağını. Anca böyle gülecektir yöredeki köylünün yüzü. Böyle olursa akacaktır pınarlar, böyle olursa dolacaktır oluklar… Bozkır insanının yüzü böyle olursa gülebilecek, böyle ferahlayacaktır gönlü… İşte bu duygular da bende şöyle dile gelecektir:
“Öperken ilmek ilmek, sabahı sam yelleri,
Buğulanır ötede, gün ışığında sular.
Yürek yorgunluğunu taşıyan eller tüner;
Kenetlenir, dizlerinde delikanlıların…”
Beklenen o an gelir bazen. Bir iplik gibi boşanır ki yağmur, ne boşanış. Damlalar öyle ahenkli düşer ki yere, insan büyük haz duyar bu sesten. Çankırı’nın sıcaklığına, ayazına ve fırtınasına eş bir görünüm arz eder iri iri damlalar. Yere düştükçe öyle güzel, öyle canlıdır ki, bu tabloda küçük, büyük dairelerde baloncuklar oluşup kaybolur…
Suları var ki “şeker pare”dir onlar. Tatlı ve buz gibi soğuktur. Kudretin dolabından alır ki soğukluğunu “buzdolabı” halt etmiş yanında. Pınarlar, kuşların şarkılarına karşı okurlar ağıtlarını. Dert küpüdür sanki Çankırı ve Çankırılı. Kurbanlar kesilir bu şifalı suların başında. Dertlere derman aranır, çareler bulunur. Kavis kavis akar dereler. Ipıl ıpıl sihirli gibidir kenarındaki yosunlu taşlar. Mulayım ve nazlı nazlı akarken bile dans ediyor gibi kımıldanır. Ya da;
“Mahim vardır, Mahim vardır,
Aman yüreğimde ahim vardır.
Kokulmadık gülüm vardır.
Aman gelişi Mani’me benzer.
Yavrum sekişi şahine benzer.”
diye uzayıp giden bir Çankırı türküsünün ahengine kendini kaptırıp, oynar durur dalgalana dalgalana. Sazlıklarla kaplı dere ve göl kenarlarında rüzgârın ıslığı da karışınca bu cümbüşe, seyret seyredebildiğice doy doya bilirsen.
Yeşil ördekler konup, uçarlar. Mercan gibidir parlak-berraktır. İnsanın içini açar. Gelinler, kızlar avuç avuç içer kınalı elleriyle. Bakraç bakraç doldururlar bu sulardan. Bakraca güneş vurdu mu seyret, sarısı, yeşili ve bütün tonları toplanır bakracın dibinde ve pırlanta olur bakracın içi. Tıpkı onu tutan kınalı ellerin bozkır ortasında kutsallaştığı gibi…
Arada bir gök gürler ki, aman yarabbi.. O ne heybetli gürleyiş öyle. Gittikçe uzaklaşıyormuş hissini uyandıran bu gürleyişler, dinleyen insana haz verir. Ama ard arda bir tekrar, ormanda yaralı bir aslanın öfkeyle kükrediği gibi, homurdanarak gürlerse, zevkle karışık korku kabarır insanın damarlarında. Tüyler diken diken olur. Şimşekler çakar ara sıra. Bazen “Besmele” ile savuşturur bunu Çankırı köylüsü. Şair de:
Bir yanar dağdan savrulur halâ,
Tanıdığım bütün renkler,
Tam bir uyum içinde.
Bulutlar başıma taçtır
Ve yağmur damları,
Bende hala bir gülle
diye manzarayı tasvire çalışır. Yağmur sonrasını görmek ve yaşamak gerçekten güzeldir Çankırı’da, bilhassa köy yerlerinde. Paçalarını sıvayan çocuklar, yer yer yol kenarlarına ve harman yerlerine biriken sulara koşarlar yalınayak. Başında uzun müddet toplanır, girip, çıkarlar bu sulara. Bazen de kuru derelerde meydana gelen sel kenarlarına koşarlar. Heyecanlı heyecanlı seyrederler bulanık suları.
Sonra yavaş yavaş güneş kendini göstermeye başlar. Hafif hafif buharlaşmadan dolayı toprak duman duman olur. Belli belirsiz bir toprak kokusu sarar. İğde ağaçları bir başka, kavak ağaçları bir başka ve tabiat ana bir başka renk cümbüşüne dönüşür. Bu manzara içinde toprak ananın kucağına toplanmış gölcükler birer elmas parçası gibi parlar durur.
İnsanın ruhuna öyle bir yer eder ki bu durum küçük büyük herkesin damarlarını gevşetir. Gönüller huzur dolar. Dost-ahbabın selamlaşmaları bile bir başkadır. Neşeli ve sevinçli oldukları tatlı tebessümlerinden ve gözlerindeki pırıltıdan açıkça okunur. O gözler adeta güneşten enerji almışçasına canlıdır. İnsanı adeta ürküten bu manzara ve sonrası tamamen ayrı bir âlem gibidir.
Mutlu bir an daha yaşanır o gün. Ruhlar sükûn içinde ve devamlı neşesi yerindedir insanların. Duygular ve düşünceler kanatlanıp, billurlaşır. Çankırı insanındaki o tebessüm daha da sağlam oturur, yerleşir dudaklara bir iyice.. Üzüntüyü, sevinç yıldırımı çarpmıştır o an… Kökünden kazınmış, kül-kömür yapmıştır. Saadet dolmuştur bütün yöre, bu bazen köy köy uzar gider. Esrarlı ve ahenkli bir saadet vardır herkeste, her köşede. Uyanıktır ama rüyada yaşar gibidir insan bu demlerde. Yaprak yaprak, pul pul açılır sevinç, sürer sürer. Saatler kovalar saatleri, böylece tatlı bir hayat güzel bir tablo seyredilir seyredebildiğince…
Sadık SOFTA
Eğitimci / Şair / Yazar