“DEVLET YÖNETİMİ”
Beyaz Saray görüşmelerinin yansımaları ülkemizde tek bir anlamla okunmayacak kadar katmanlıdır. Uluslararası basının sıradan bir diplomasi manevrası olarak gördüğü, bizim iç gündemimizde bu görüşme, özellikle Biden döneminde başlayan Türkiye’nin uluslararası izolasyonunun sonu olarak yorumlanıyor. Elbette herkes farklı noktalara dikkat çekti. Bunlardan biri Donald Trump’ın ilk cümlesi oldu. Trump, Erdoğan için “Bu arkadaş hileli seçimleri pek iyi bilir” diyerek onun seçim hilelerinden çok iyi anladığını söyledi. Türkiye’nin özellikle Suriye’deki gelişmeler bağlamında verdiği tavizler, SDG’nin merkezi yönetime entegrasyonu, Rusya’dan petrol alımının durdurulması ve bunun F35 projesinin devamlılığına bağlanması gibi konular uzlaşma niyeti, pazarlık masası ve “meşruiyet kredisi” gibi kavramlarla yorumlanmaya devam ediyor. Bunların hepsi bir yönüyle doğru; ancak eş zamanlı olarak sahnenin arkasında farklı niyetlerin, psikolojik operasyonların ve etki çabalarının olduğunu da çok iyi okunmalıdır.
Burada asıl dikkat çekmek istediğim farklı bir konu var: ABD Ankara Büyükelçisi ve Suriye özel sorumlusu Tom Barak’ın yaptığı “meşruiyet” konuşması. Bizde bu açıklama fazla naif biçimde iç siyasete yansıtıldı. Oysa Barak’ın kastı daha geniş. Tom Barak’ın “legitimacy / meşruiyet” vurgusu, Concordia sempozyumundan yankılanan ve bizim siyasi gündemimize taşınan bir söylemdir. Barak’ın kastettiği şey, S-400, F-35, F-16 gibi teknik başlıkların ötesinde—bir ülkenin uluslararası hiyerarşi içinde hangi statüye yerleştirileceğine dair bir kreditörlük ilişkisi kurma gayretidir. Bu açıklamayı Barak birkaç gün önce verdiği bir röportajda daha da açtı. “Trump doktrini” dediği yaklaşımda, Amerika artık yeni ülke işgalleri yapmayacak, yerel aktörlerle iş birliği içinde sadece terörle mücadeleye odaklanacaktı. İsrail ise ayrı bir yerde konumlanıyor: Amerika için değerli bir müttefik, özel bir konuma sahip. Ortadoğu’daki diğer ülkeler ise meşruiyet mücadelesi içinde. Yani sorun sınırlar ya da topraklar değil, meşruiyet. Bu yaklaşım Türkiye’yi de aynı çerçeveye sokuyor.
Barak aynı zamanda Ortadoğu’da ulus devlet fikrini de reddediyor. Ona göre Ortadoğu kabileler, aileler ve dini topluluklar üzerine kurulu. Ulus devlet fikri 1916’da İngilizler ve Fransızların masa başında çizdiği sınırlarla ortaya çıktı ama bölgede gerçek karşılığı olmadı. Bu bakış açısıyla ülkelerle değil, ailelerle, kabilelerle pazarlık yapılır. Türkiye ise aslında güçlü, kurumsal bir devletti; böyle bir sınıflandırmaya ihtiyacı yoktu. Fakat Barak’ın meşruiyet vurgusu, Türkiye’yi de bu çerçevenin içine dahil ediyor.
İlginç bir nokta da Trump yönetiminin hazırladığı Ortadoğu ve Gazze için 21 maddelik barış planı. Trump bunu Erdoğan’a da sunmuş. Yine Barak, Suriye’de rejim değişikliğine gitmediklerini, sadece belirli aktörlere “meşruiyet” kredisi açtıklarını söylüyor. Erdoğan’ın da burada rolü olduğunu vurguluyor. Ancak Trump, Amerika’nın Suriye’de uzun vadeli bir rol üstlenmek istemediğini, bu yükü bölgesel aktörlere yani Türkiye ve Körfez ülkelerine bırakacağını açıkça belirtiyor.
Bu söylem, Filistin meselesinde, Suriye’de ve Ortadoğu’nun diğer alanlarında “meşruiyet”i belirleyici kılan bir zihniyetin ürünüdür. Fakat burada net olmak gerekir: bu toprakların kadim bir geçmişi, köklü bir ulus bilinci ve bin yıllara yayılan bir devlet geleneği vardır. Bu gerçek, dışarıdan pazarlanan algı operasyonlarıyla, aşağılama stratejileriyle, psikolojik harp taktikleriyle sarsılacak ya da yok sayılacak bir şey değildir.
Barak’ın cümlelerinde ortaya çıkan sınıflandırma —“bazı aktörler meşruiyet için çarpışıyor, diğerleri özel statüye sahip” gibi— bizim için tam bir aldatmacadır. Türk milleti, ne yalnızca bir yönetim biçimiyle sınırlanmış ne de dış aktörlerin takdirine bağlı bir varlıktır. Bizim kimliğimiz, kabile ve aile pazarlıklarına indirgenemez; tarihimizde hem merkeziyetçi hem de geniş bir coğrafyada kurumsallaşmış devlet pratiği vardır. Bugün bu topraklar üzerinde konuşulan “meşruiyet kredileri”nin muhatabı olarak gösterilmek, aslında bir tür sığlık içinde okumadır ve bizim tarihsel gerçekliğimizi bilmeyenlerin kurgusudur.
Batı basını bu görüşmeyi büyük ölçüde “Trump, Erdoğan’dan Rusya’ya mesafe koymasını istedi” şeklinde yorumladı. Hileli seçimler esprisini ise fazla önemsemediler. Oysa bu ifade, Erdoğan’a bir otokrat muamelesi yapıldığının da düşündürdü. Ancak Trump’ın geçmişte otokratlarla hiçbir zaman ciddi sorun yaşamamış olduğunu da unutmamak gerek.
Bu durumda F-35 meselesi yıl sonuna kadar yeniden değerlendirilecek. Yıl sonuna kadar Suriye’de de düğümün çözülmesi bekleniyor. Ancak işin özünde şu var: Eğer Türkiye’ye “meşruiyet kredisi” açılıyorsa, bu demektir ki zaten Türkiye uluslararası alanda meşru bir ülke olarak görülmüyor. Bu krediyi sürdürebilmek için ise belirli rollerin yerine getirilmesi gerekiyor. Türkiye bu rolleri yerine getirmezse, o zaman meşruiyet kredisi geri alınacak ve kendilerince “gayrimeşru” bir ülke konumuna düşmüş olacak.
Daha da açık ve gerçekçi konuşalım: Barak’ın, Trump doktrininin veya Washington merkezli birtakım aktörlerin kişisel görüşlerinin, bu coğrafyada kalıcı bir etki üretmesi mümkün değildir. Etki ajanlığına sığınmış fikirlerin, taşeron söylemlerin burada bir karşılığı yoktur. Türk milletinin iradesi, yönetimin idaresini elinde tutanların sessizliğiyle ya da teslimiyetçi bir söylemle temsil edilmez; halkın düşünce ve eylemleri, yerel dinamiklerle, tarihsel sorumluluk bilinciyle ve bağımsız akılla şekillenir. Meşruiyet, bir beyazsalon kredisiyle verilip geri alınacak bir emtia değildir; meşruiyet halkın vicdanında, kurumların adaletinde, hukukun egemenliğinde ve devletin halkla kurduğu samimi bağdadır.
Bulunduğumuz coğrafyada savaşın, gerilimlerin ve jeopolitik rekabetin yoğun olduğu bir gerçek. Her cephede—siyasal, diplomatik, ekonomik ve psikolojik—mücadele etmeye devam edeceğiz. Bağımsızlığımızı, ulusal bütünlüğümüzü korumak ve ilerletmek en temel görevimizdir. Ancak bunu yaparken teslimiyetin değil, üretim odaklı, adaleti ve hukuku önceleyen politikaların esas alınması gerekir. Ülke çıkarları doğrultusunda köklü bir aks değişikliği; üretimi, istihdamı, adaleti gözetecek, kurumları işlevsel kılacak bir dönüşüm şarttır. Bu dönüşümün temeli, hak ve hukukun sağlanmasıdır: Hukuk düzeni adil olmazsa, üretimden ve refahtan söz etmek beyhude kalır.
Ne yazık ki bugün için bu dönüşümü sağlayabilecek güvenilir ve güçlü bir siyasi otorite figürü mevcut değildir. Mevcut iktidar ve muhalefetin büyük bir kısmı, artık söylemleriyle eylemleri arasındaki çelişki üzerinden varlıklarını sürdürmekte; küresel şirketlerin ve dış aktörlerin çıkar alanlarına hizalanmış bir strateji ile davranmaktadır. Bu durum, devletin egemenliğini ve cumhuriyetimizin kazanımlarını koruyacak bir yönetişim zafiyeti doğuruyor. O nedenle halkın tüm unsurlarıyla örgütlenip, devletin bağımsızlığı, bütünlüğü ve cumhuriyetin değerlerinin korunması için aktif bir şekilde müdahil olması kaçınılmazdır. Çünkü ancak kendi iradesiyle hareket eden bir toplum, dışarıdan yönlendirilen etki operasyonlarının etkisini sıfırlayabilir.
Türk milleti oynanan oyunların farkındadır; fakat farkında olmak tek başına yeterli değildir. Müdahale etmekte gecikmemek, planlanmış bir akışa teslim olmamak için radikal ama meşru hamleler gereklidir. Bunların başında adaletin ve hukukun yeniden tesis edilmesi, üretim odaklı ekonomik politikaların uygulanması, eğitim ve kurumların güçlendirilmesi gelir. Bu çerçevede toplumsal mutabakat yaratılmalı; ulusal çıkarlar, kısa vadeli kişisel menfaatlerin üzerinde tutulmalıdır. Devletin asli görevi, milleti korumak ve ona hizmet etmektir; bunun yolu ise güçlü kurumlar, şeffaf yönetişim ve üretim-sanat-lisanslı ekonomik politikalarla mümkündür.
Son olarak vurgulamak isterim: Millî kimliğimize ve tarihsel onurumuza yönelik aşağılama algı operasyonları, propaganda ve psikolojik harp yöntemleri geçici etkiler yaratabilir; ama bu toprakların geçmişi, hafızası ve ulus bilinciyle hesaplaşabilecek güçte değildir. Barak’ın ve benzer aktörlerin kişisel fikirleri, burada kalıcı bir zemine oturamaz. Türk halkının iradesi, bayrağıyla, çocuklarının geleceğiyle, hukukuyla ve çalışma azmiyle varlığını sürdürecek; gerektiğinde her cephede mücadeleyi sürdürerek bağımsızlık ve ulusal bütünlüğü koruma kararlılığından vazgeçmeyecektir.
Güneş Altuner
29.09.2025
