BİR ŞİİRDİR BOZKIRLARDA YAŞAMAK:
DUYUŞLAR VE ÇANKIRI
İlkbahar, yaz, sonbahar kış,
Mevsim mevsim gönüllerde.
Çankırı’m dillerde destan,
Çankırı’m hep gönüllerde.
İlkbahar girip de nisan bulutları kabarmaya başladığında derelerdeki sular da yükselip kabarmaya başlar. Kabaran sadece sular ve bulutlar değildir; bunlarla birlikte yüreklerde de bir coşku, bir his uyanması vardır. Bunların yanında dallardan da yavaş yavaş tomurcuklarda dünyaya başını uzatır. Kısacası baharla bir kıpırtı başlar yer yüzünde..
Önce çiğdem belirtir baharın girmek üzere olduğunu. Sonra mavi mavi nevruz gösterir topraktan başını.. Yatmakta olan karın orasından-burasından çimenler yeşermeye başlar. Ardından türlü ağaçlarda türlü çiçekler açar ve hava ısındıkça da ruhlara kadar dolan bir koku alır-verir ortalığı…
Bu mevsimlerde dikilir ilk fidan toprağa.. Ya nazik, pürüzsüz, bakımlı eller; ya da yer yer nasırlarla yarık yarık olmuş, kaba sert eller su döker dibine.. “Ab-ı hayat suyu”dur bu. Körpe fidana can verir, kan verir.. Yavaş yavaş büyümeye başlar fidan. Bakım olur, toprağını da severse, eh o zaman gör işte; birden atar kendini gürbüz çocuklar gibi… Kök salar, dal budak salar. Bütün kuvvetini kollarına vererek sarılır toprağın kara bağrına ve hayat damarlarına, olanca gücüyle çöreklenir, oturur ki, ne oturuş. Damarlarını sorar toprağın, ana memesine sarılırcasına sıkı ve aç. Çeker o gül memeden süt karışık kanını büyür büyür. Öyle bir heybetli bakar ve uzanır ki, yukarıya, öyle bir devleşir ki, unutur ayağını ve kökünü yerde. Azimle uzar bulutlara.. Bir eli geçmişteyken, bir elini uzatır geleceğe..
Bazen asırlara sığdırır hayatını. Öylece dik, öylece gururlu durur; günler, aylar, yıllar boyu.. Ama bazen de o heybet çöker; erir. Kurt düşer damarlarına; kemirir içten içe bu gurur abidesini… En ufak rüzgârlarla sarsılır; yer yer dökülmeğe başlar. Bu büyük azim solar, kırılır; çünkü yarasını bir saran olmamıştır; bu yaraya bir neşter vuran çıkmamıştır. Oysa o hayat doludur, ömür doludur. Yeşil, onun ruhu ve bakan gözleridir. Bir başka güzeldir göğün mavisinde onun yeşilliği.. Başka işler ruha; bir başka coşku verir.
Gönüllere öyle bir taht kurar ki, bazen “Aksu Mahallesi”nde kutsallaşan “Tekçam” olur. Bazen “Akkız Türbesi”nde bir akça ağaçtır. Bazen kendisi, bazen bulunduğu yer kutsallaşır. Yürekler titrer, ruhlar döner üzerinde. Kim bilir, belki de Merhum Aşığın sazıdır; “Gizli sırlarını bize aşikar eden” ve belki de o yüce şairin kalemiydi elinde “İstiklal Marşı”nı mısralara dökerken.
Biz, ağaca sevgi besleyip, yeşile aç bir milletiz. Bu bizim özümüze, sözümüze ve de gönlümüze işlemiş. Öyle bir işlemiş ki sevgi ruhumuza, çobanından padişahına kadar ince duygulu, içten seven, sevgisini daima sadık, verilen sözü canla-başla yerine getirmeye çalışan bir karakter oluşturmuşuz, milletçe böyleyiz. Başımız daima dik ve gururlu durmuş…
Ben, tarihin akışı içinde Türk milletinin karakterini Anadolu’daki yüce dağlara benzetirim. O dağlar ki, başından duman ve kar eksilmez, daima yücelerinden ve yükseklerden bakar. O Ağrı Dağı ki, heybetlidir; O Toroslar ki, yol aşırmak güçtür. Bir de bunlara benzeyen Çankırı’mda Ilgaz dağları var ki, hep başında o meşhur dolamasıyla Anadolu halkına önderlik etmiş, en karışık dönemlerde bile halka yol göstermiş o yüce pirlere, o “İnsan-ı Kâmil” mertebesine ulaşan evliyalara benzetirim. Ilgaz Dağı’nın başında hep o duman ve karları gördükçe, bu “Pir-i Sani”ler gelir aklıma nedense?.. Ilgaz Dağı’nın zirvesinde ve yüksek dalları daima bulutlarla sohbet eder gibidir. Çankırılı Şair Zeki Ömer Defne de bunu bakın nasıl dile getiriyor:
‘Yıldızlar çamlara değerde geçer
Gün burdan başını eğerde geçer
Sular, dizlerini döverde geçer
Bir Ilgaz, er Ilgaz, Ilgaz yar Ilgaz.
Başımda bir tavus tuğ gibi çamlar
Yollara dizilmiş tığ gibi çamlar
Karşıda bir zümrüt çığ gibi çamlar
Bir Ilgaz, er Ilgaz, Ilgaz yar Ilgaz.
Dalı var göklere yeşil direktir
Gölü var dağlara düşmüş yürektir
Yolu var içinde yitsem gerektir
Bir Ilgaz, er Ilgaz, Ilgaz yar Ilgaz.’
Yollar güçlükle aşar üzerinden. Aşılmaz bir engel gibi durur insanın karşısında. Dağlar oluşturur. Bu dağların üzerinde edalı edalı duran çeşitli ağaçlar, bilhassa çamlar vardır. Öyle bir görünümü var ki bu çamların, on beşine yeni giren ateşli delikanlıların, düşmana göğsünü açarak karşı durduğu gibi efedir. Yağız çehreli bir pehlivan duruşu gibi dinç, gelinlik bir kız gibi alımlı ve çalımlı bakar. Hem sonra Anadolu insanı ile de çok iyi tanışır ve kabul de görür. A.K. Tecer‘de bu duygu şöyle dillenir:
“Siz ağaçlar elbet beni bildiniz;
Ben, sizden ayrılmış yürür bir dalım.
Ey çamlar, köknarlar, ey yeşil deniz;
Ben, kendi kendimi sürür bir dalım.
Kırgınım, içimden çıkmaz bu acı,
Gün oldu başıma hasretin tacı,
Düşündüğüm zaman asıl ağacı,
Çimi yalnızlık bürür bir dalım.
Ne sert kış, ne gümrah, ne gölgeli yaz,
Ne ılık meltemler, ne keskin ayaz,
Mevsimler derdime bir şifa olmaz,
Ben kökünden kopmuş çürür bir dalım.”
Nasıl sevmesin gönüller bu duygu selinin ocağını; ruh nasıl coşmasın?.. Haklı olarak ağaç için; “Yaş kesen, baş keser” demiştir atalarımız. İşte bunun için ağaç ve tabiat güzellikleri, bize milletçe kan verir; can verir. Duygular bunun için coşar. Şiirlerimize, destanlarımıza girmiştir asırlar boyu… Bu duygular dile geldiğinde şair bir milletin şairi de bir başka seslenir .İşte Ilgazlı Şair İsmail Karaahmetoğlu da “Ilgaz” adlı şiirinde:
“Yayla göğsü örgü saçım,
El kulakta seslen koçum,
Ilgazlıyım çamdır içim,
Çam, reçine kokar Ilgaz.
Göğü deler iğne dallar,
Ayşe, Fatma beşik sallar,
Bağ bahçede altın eller,
Yeşil yeşil güler Ilgaz.
Çamlar yeşil şal saçağı,
Mehmed’imin bel bıçağı,
Er gelirse askar çağı,
Ay yıldıza koşar Ilgaz.
Dağlar çıra, çam, reçine,
Kırkpınar’ın gir içine,
Bak yaylanın mor saçına,
Çıra çıra yanar Ilgaz.”
Yüzyıllardır ormanların gümbürtüsüdür, akıncı ceddimizin nal sesleriyle şenlenen. Dahası ağaçtır milletçe ruhumuzda yücelen, gönlümüze seccadesini seren… Ve severek o büyük tahtın sahibi olan… “Şal saçağı gibi yeşillenen çamlar, askerlik çağı er geldiğinde” de bütün Anadolu gibi Çankırı ve “Ilgaz’da da Ay-yıldıza koşulur.”
Hangi köyünü sayayım; hangi kasabasını Anadolu’mun.. Ve hangi ilçesini anlatayım sizlere Çankırı’mın. Nasıl anlatacak kelimeler güzelliği, nasıl verecek türkülerdeki coşkuyu. Ne derece gözler önüne serebilecek, içten titreyişi? Ağacı mı, toprağı mı, kar’ı mı ve dahası sıcağı, ayazı ve yağmurunda bile görülen o tatlı ahengi mi?
‘Çam dalında beyaz kar’ım.
Sütle yunmuş aktır anlım.
Bozulmamış hiç vakarım;
Ben Türk Yurdu: Anadolu.
Türkü türkü gürdür sesim.
Bardır, halaydır hevesim.
Çiğdem-çiçektir nefesim;
Ben Türk Yurdu: Anadolu.’
Hangisini sunacak size.. Anadolu bu, altın harflerle yazılası, tel tel gönüllerde titreyesi. Köroğlularca mısralara dökülesi; harf harf, kelime kelime güneş olup ısıtası.. Anadolu’dan koca bir katre ki Çankırı; alı al, moru mor çiçekler açar. Gönüllerden, dudaklardan yükselir yanık türküleri.. Masallar anlatılır dağları gibi yüce, manileri söylenir dağların yankısına eş. Yâran yerler ki gençleri kale gibi heybetli; gelinlik kızları var ki, ceylanlar gibi; sülünler kadar güzel, şiirler gibi ince; analar var ki Çankırı’mda; ak pürçekli, cefakâr, cana yakın. Babalar candan samimi ve babacan. Çocuklar mı; onlar lale, onlar sümbül, onlar bir demet yasemen; burcu burcu, katre katre kokan birer demet karanfildirler.
Yaz aylarında, uzaktan uzağa bülbüller ötüşür içli içli. Turnalar uçuşur, kırlangıçlar uçuşur, biri öbek öbek, öbürü tek tek. Kelebekler ve arılar uçuşur; dalga dalga çiçekte. Bin bir türlü böcekler gezinir, yeşillik ve çiçeklerin süslediği soylu bir halıyı andıran toprakta.. Buğdayların başak açmaya yüz tutan tepesinden, boynu eğik sümbüller bakar garip garip, gelincik çiçeği gülümser kuzuların acemice meleyişlerine. Yeşil yeşil ağaçlar uzanır göğün maviliğine sevdalı, düşlü.. Ve ılık ılık, serin serin her tarafını dolaşır Çankırı’mın rüzgârlar. Sarar sıcak sıcak insanın benliğini.
Rüya gibidir gökyüzü ve kurşuni yeryüzü. Başa baş uzanır yollarla karışık. Soğuk sular büngül büngül akışır yaylalarında. Çam kokusu doludur; bu yaylalarda şırıl şırıl dereler akar, kuş sesleriyle karışır sesleri. Şair de mısralarını katarak bu sese derki:
Gökyüzünde melek, yerde de sensin
Güzeller içinde, bir tane sensin,
Ela gözlüm, kalbimdeki güzelsin,
Gönlümün sultanı, Havva mısın sen.
Rüzgâr ortak olur bu sese, altın başaklar mest olarak Sallanır. Buram buram ağıt sesleri dökülür, Çankırılı bir Çanakkale gazisinin dudaklarından:
Coşkun yürekler o gün, yandı vatan aşkıyla,
Güllelere, Türkoğlu, karşı durdu bağrıyla
Silah, top, tüfek ne ki, balta nacak yetişir.
Kahramanlı meydanda, sana kimler erişir.
Bu ses hala yükselir ve uğuldar kulaklarda. Mekan, amma Çankırı’dır, amma Ankara.. Veya başka bir ildir can Anadolu’mun.. Serpilir kahramanlık duygusu bu coğrafyanın insanına.. Bu duygu kadife gibi yumuşak huylu yapar insanımızı, bizim insanımız, mert yürekli, sıcakkanlı olur genellikle.. Yürekleri, sevgiyle aşkla titrer..
Billur sudan oluşan dereleri, yoksunlarla bir başka güzel görünür, bazı yerlerde. Ay, bulutun arkasından gülümser bazen şairane. Sürüde alabaş erkece takılan can sesi yırtar-böler geceyi uzaktan uzağa.. Bazı yerlerde hala kağnı gıcırtısıyla karışır bu ses. Horozlar tatlı nağmeleriyle bildirirler sabahın yaklaştığını. Kurbağa sesleri bazen köpek havlamalarıyla karışır, tan vaktine kadar. Yorgun-argın köylüler, bu saatte çıkarlar yola tarladan ekin getirmek için.. Tekerlek sesleri karışır, traktör homurtularına. Çankırı’nın cefakar çocukları, çıkınlarını alarak sürülerini çıkarırlar otlatmaya.. Gözlerinde hala uyku mahmurluğu, gönüllerinde bir duygu ezikliği vardır. Anadolu insanının kaderdir eza-cefa.. Çankırı ki oda bir üyesi, organıdır Anadolu’nun, şüphesiz ki onun da mayası acıyla karılmıştır. Küçüğü – büyüğü bilir, yaşar bunu. Onun içindir ki Çankırı’da halk türküsünde şöyle seslenmelere rastlanır:
“Kömür gözlüm, gülüm,
Geçti de ömrüm ah ilen.”
Bilen, yaşayan bilir bu duygunun ne ağır yük olduğunu. Omuzları çökertir. Çankırı’dır bu. Karışır gider yollarca uzun, yollarca karışık, eza-cefa, sevinç-neşe.. Hepsi bir tek yumak olur gönüllerde. Duygulara ilmek olur. Öyle ki, gül gibi oylum oylumdur bu duygular; beyinlerde, düşlerde, düşüncelerde…
‘Güzelliği yaylalarda dillenir;
Sevdaları türkülerde dillenir;
Heyecanı gelincikte allanır;
Renkler dile gelir Anadolu’mda.’
Mavinin yerini siyah almaya başladığında, toz bulutu gibi bir görüntü alan gecenin siyah örtüsü gittikçe ağırlaşıyormuşçasına karışır. Damla damla yıldızlar belirir bu siyah örtünün üzerinde… Usta bir kuyumcunun özenle yerleştirdiği, uzun uğraşmalar sonunda meydana getirdiği güzellikten daha güzel, daha tatlı ve daha çok ahenklidir bu görüntüler. Bazen bu siyah örtüyü, altın sarısında, parlak bir yıldız çizer bir boydan bir boya. Işık saçarak yıldız kaymıştır o an. Bazen de ay, hilâllenip çıkar… O zaman mavisi daha da çok olur, daha bir tatlı olur geceler. Yıldızlar devamlı göz kırparcasına yanıp sönerken, Ay dede devamlı gülümser. Ateş böcekleri de özenir yıldızlara. Onlar da saçar ışıklarını yıldızlara inat.
İşte o mavinin yerini siyaha bıraktığı ilk anlarda analar geçer beşiğin başına. Yürekten, ta içerden gelen ninnisiyle birlikte kucaklar yavrusunu, ciğerden kucaklar… Ayrıca ninni ile karışık ağıtlar yakar gurbetteki yavuklusuna. Şair Sadık Softa’da şöyle dile gelir:
Dönüp bakmaz oldun gayri silaya,
Gurbet elde bir bakanın var gibi.
Bir sıcak selamın gelsin yuvaya.
Selam almak sanki sana ar gibi.
Sanki derdini anlatır, içini döker bu mini mini yavruya. O an yok mu o an; yürek burkulur, gönül eziktir taze gelinlerde. Elleri, ayakları nasırlarla süslü, kınalı parmakları yarık yarıktır ama gönülleri yumuşacık, ince duygularla kaplıdır. O an adeta “Yerdeki ulu karıncaya nazarı” olan zat gibidir. Hasretlik, acı yakıp eritici de olsa gene de güler yüzü…
Gündüzü ne ise gecesi de odur bozkır insanın. Ilık rüzgârlar sevinçle karşılanır. Tarladaki bereket, harmana taşınmıştır çünkü. Yabalar, dolu dolu uzanır, boşaltır, serpilir deneler rüzgârın bağrına. Böyle dolacaktır; arpa, buğday, yulaf, çavdar vb. mahsuller ambara. Nasıl sevindirmesin rüzgar? Nasıl türkü söylemesin harmanda, ay ışığında harman savuran genç? Bir sohbet, bir cümbüş havası vardır bu harman yerlerinde, hep birden Yâranlik ederler, uzaktan uzağa, yaşlı-genç birbirlerine cevap yetiştirmeye çalışır, şakayla karışık…
Yollara benzetirim, Anadolu insanın hayatını. Kaderleri böyledir. Yollar gibi, inişli, çıkışlı, bazen dağlara vuran, tırmanan, bazen yaylaların düzlüğüne vuran, bazen ovanın serbestliğine ulaşan yollara. Bazen yalınayak, bazen tabanı delik çoraplarla toprağın kızgınlığına aldırış etmediği ve sık sık üzerinde dolaştığı, kendisi gibi cefakâr yollara…
‘Baharla eriyen karlarla çıkmışım yola;
“Galü Belâ”dan beri var olmuşum.
Yollar kaderim olmuş, ben kader yolcusu.
Yollar yola bağlanmış, ben yar olmuşum.
Yanmış, yıkılmışım bütün yol ayrımlarında;
Hangi dünyadır yerim; bilmem, seyyar olmuşum.
Yollar bağlanıp uzadıkça bir bir, ard arda,
Yollara bağlanan ben, Sadık’ça yar olmuşum.’
Kışın ayazından, yazın sıcağından kavrula kavrula tunçlaşmış derileriyle, suratında sert çizgilerin oluşturduğu ve dahası, Anadolu ikliminin yoğurduğu Anadolu insanı… Elbette cefakâr olacaktır, vefakâr olacaktır… Çünkü o memlekete, memleket ona daima yar olacaktır.
Sadık SOFTA
Eğitimci / Şair / Yazar