HÜSEYİN NİHAL ATSIZ’IN ANISINA…
Türkçü fikir adamı Hüseyin Nihal Atsız Beğ’in uçmağa varışının 49’uncu yılında onun anısına..
Nihal Atsız Yaşam Öyküsü:
Hüseyin Nihâl Atsız, 12 Ocak 1905’te İstanbul Kadıköy’de doğdu.
İlköğrenimini Kadıköy’deki çeşitli okullarda, orta öğrenimini Kadıköy ve İstanbul Sultanilerinde (İstanbul Lisesi) yaptı. Buradan mezun olunca Askerî Tıbbiye’ye yazıldı.
Atsız, yükseköğrenim çağına gelip Askerî Tıbbiye’ye kaydolduğu çağlarda Türkçülük fikrinin etkisi altına girmeye başladı. Ziya Gökalp’in cenaze töreninin yapıldığı günün gecesi Türkçülük fikrine karşı öğrencilerle kavga ettiği ve daha sonrasında ise aralarında birtakım problemler geçen Arap asıllı Bağdatlı Mesut Süreyya Efendi adlı bir Mülazım (Teğmen)’a selam vermediği gerekçesi ile 4 Mart 1925 tarihinde 3. sınıf talebesiyken Askeri Tıbbiye’den çıkarılmıştır.
Bu olaydan sonra üç ay kadar Kabataş Erkek Lisesi’nde yardımcı öğretmenlik yapan Atsız, daha sonraları Deniz Yolları’nın Mahmut Şevket Paşa adlı vapurunda kâtip muavini olarak çalışmış ve bu vapurla İstanbul-Mersin arasında birkaç sefer yapmıştır.
Nihal Atsız Üniversite Yılları ve İlk Fikirler:
1926 yılında İstanbul Dârülfünûn’un Edebiyat Fakültesinin Edebiyat Bölümü’ne ve İstanbul Dârülfünûn’un yatılı kısmı olan Yüksek Muallim Mektebi’ne kaydolan Atsız, bir hafta sonra askere çağırılmış, tecil isteği kabul edilmeyen Atsız askerliğini 9 ay olarak 28 Ekim 1926-28 Temmuz 1927 tarihleri arasında İstanbul’da Taşkışla’da 5. Piyade Alayı’nda er olarak yapmıştır.
Ahmet Naci adlı arkadaşı ile birlikte hazırladığı “Anadolu’da Türklere Ait Yer İsimleri’ adlı makalenin Türkiyat Mecmuası’nın ikinci cildinde yayınlanması ile hocası olan Mehmet Fuat Köprülü’nün dikkatini çeken Atsız, 1930 yılında Edirneli Nazmî’nin divanı üzerinde mezuniyet çalışması yapmıştır (‘Divân-ı Türkî-i Basit, Gramer ve Lügati’, 1930, 111 s. Türkiyat Enstitüsü Mezuniyet Tezi, no 82). Aynı yıl Edebiyat Fakültesi’nden mezun olmuştur.
Atsız’ın sınıf arkadaşları arasında Tahsin Banguoğlu, Ziya Karamuk, Orhan Şâik Gökyay, Pertev Nâilî Boratav, Nihad Sâmi Banarlı gibi isimler yer alıyordu.
Mezuniyetinden sonra Edebiyat Fakültesi Dekanı olan hocası Prof. Dr. Mehmet Fuat Köprülü, Maarif Vekâleti’nde Atsız için girişimde bulunarak, Yüksek Muallim Mektebi’ni öğrenci olarak bitirdiği için, liselerde yapması gereken 8 yıllık mecburi hizmetini affettirmiş ve 25 Ocak 1931’de Atsız’ı kendisine asistan olarak almıştır.
Atsız, yine 1931 yılında Dârülfünûn’un felsefe bölümünden mezun olan ilk eşi Mehpare Hanım ile evlenmiş, ancak 1935 yılında ayrılmıştır.
Atsız, 15 Mayıs 1931’den 25 Eylül 1932 tarihine kadar Atsız Mecmua (17 sayı)’yı çıkarmaya başladı. Mehmet Fuat Köprülü, Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan gibi edebiyat ve tarih bilginlerinin de içinde bulunduğu bir kadro ile yayın hayatına atılan bu Türkçü ve Köycü dergi, devrinde ilim, fikir ve sanat alanında çok tesir yaratan Türkçü bir çığır açmış, âdetâ Cumhuriyet devri Türkçülüğünün öncüsü olmuştur.
Atsız, kendini tanıtmaya başlayan ilk yazılarını (H. Nihâl) imzası ile, hikâyelerini de (Y.D.) imzasıyla, bu dergide yayınlamaya başlamıştır.
1932 Temmuz’unda Ankara’da toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi esnasında, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’a Dr. Reşid Galib’in yaptığı eleştiriler üzerine Atsız, içerisinde ikinci eşi Bedriye Atsız ile Pertev Nâilî Boratav’ın da bulunduğu 8 arkadaşı ile, Dr. Reşid Galib’e “Zeki Velîdî’nin talebesi olmakla iftihar ederiz.” diyen bir protesto telgrafı çekmiş ve bu telgraf üzerine de Reşid Galib’in tepkisini üzerine çekmiştir.
19 Eylül 1932′ de Dr. Reşid Galib, Maarif Vekili olmuştu. Kısa bir süre sonra da Mehmet Fuat Köprülü’nün dekanlıktan ayrılması üzerine Edebiyat Fakültesi Dekanlığı’na vekâleten bakan Ali Muzaffer Bey asâleten tâyin edilmiştir. Reşid Galib, Atsız Mecmua’nın 17. sayısındaki ‘Dârülfünûn’un kara, daha doğru bir tabirle, yüz kızartacak listesi’ adlı makalesi nedeniyle Edebiyat Fakültesi Dekanı’na baskı yaparak, 13 Mart 1933 tarihinde Atsız’ın üniversite asistanlığına son vermiştir.
Üniversiteden çıkarılmasından birkaç gün sonra Atsız, Edebiyat Fakültesi’nin Dekanı’nı Tokatlıyan’daki bir çayda yakalayıp yüzlerce kişinin önünde tokatlamıştır. Atsız’a bu hadise için hiçbir şekilde tepki gösterilmemiştir.
Nihal Atsız-Memuriyet Zamanları:
Üniversite asistanlığından çıkarılan Atsız, Malatya Ortaokulu’na Türkçe öğretmeni olarak tayin edilmiştir, Malatya’da kısa bir müddet (8 Nisan 1933-31 Temmuz 1933) Türkçe öğretmenliği yapan Atsız, Edirne Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayin edilmiştir. Atsız’ın Edirne’deki edebiyat öğretmenliği de 3-4 ay kadar kısa bir müddet devam etmiştir. (11 Eylül 1933-28 Aralık 1933).
Atsız, Edirne’de iken Atsız Mecmua’nın devamı mahiyetindeki Aylık Türkçü Dergisi olan Orhun (5 Kasım 1933-16 Temmuz 1934, sayı 1-9′ u yayımlamıştır. Orhun dergisinde, Türk Tarih Kurumu tarafından çıkarılan ve liselerde ders kitabı olarak okutulan dört ciltlik tarih kitaplarında bulunduğunu iddia ettiği yanlışları, ağır bir şekilde eleştirdiği için 28 Aralık 1933’te bakanlık emrine alınmıştır ve Orhun dergisi de 9. sayısında Bakanlar Kurulu kararı ile kapatılmıştır.
Dokuz ay bakanlık emrinde kalan Atsız, 9 Eylül 1934 tarihinde Kasımpaşa’daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’na Türkçe öğretmeni olarak tayin olunmuştur.
Şubat 1936 tarihinde ikinci eşi olan Bedriye Hanım ile evlenen Atsız’ın bu evlilikten 4 Kasım 1939 tarihinde Yağmur Atsız ve 14 Temmuz 1946 tarihinde de Buğra Atsız adlı iki oğlu olmuştur. Atsız, ikinci eşi Bedriye Atsız’dan da Mart 1975 tarihinde ayrılmıştır.
Atsız, Kasımpaşa’daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’nda Türkçe öğretmeni olarak 4 yıl kadar çalışmış ve 1 Temmuz 1938 tarihinde bu görevinden ihraç edilmiştir.
Bunun üzerine Özel Yüce-Ülkü Lisesi’ne geçen Atsız, burada 1937 yılından 1939 yılının Haziranının sonuna kadar edebiyat öğretmenliği yapmıştır. Atsız, 19 Mayıs 1939 ile 7 Nisan 1944 tarihleri arasında yine özel bir lise olan Boğaziçi Lisesi’nde edebiyat öğretmenliğinde bulunmuştur.
Atsız, Boğaziçi Lisesi’nin Türkçe öğretmeni iken Basın ve Yayın Genel Müdürü Selim Sarper’in de teşvikiyle Orhun dergisini (1 Ekim 1943-1 Nisan 1944, sayı:10 ile 16 arası, 7 sayı) yeniden yayınlamaya başlamıştır.
Nihal Atsız-1944 Irkçılık-Turancılık Davası:
İkinci Dünya Savaşı sürerken Türkiye’de komünist faaliyetlerin arttığını düşünen Atsız, Orhun’un Mart 1944’te yayınlanan 15. sayısında, daha önce 5 Ağustos 1942 tarihli meclis konuşmasında “Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir.” diyen devrin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na hitaben bir açık mektup yayınlamıştır.
Atsız, Nisan 1944’te yayımlanan 16. sayıda, Şükrü Saraçoğlu’na hitaben ikinci açık mektubunu yayınlayarak Giritli Ahmed Cevat Emre, Pertev Nâilî Boratav, Sabahattin Ali ve Sadrettin Celâl Antel’in Marksist faaliyetlerde bulunduklarını ve Milli Eğitim Bakanı’nın “komünistleri kolladığını” ileri sürerek devrin Millî Eğitim Bakanı olan Hasan Ali Yücel’i istifaya çağırmıştır. Bu ikinci açık mektup, Türkçü çevreler içinde büyük bir galeyana sebep olmuş, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere birçok şehirde, komünizm aleyhinde gösteriler yapılmaya başlanmıştır.
Bunun üzerine Hasan Âli Yücel, 7 Nisan 1944 tarihinde Atsız’ın Boğaziçi Lisesi’ndeki edebiyat öğretmenliğine son vermiş; ama, aynı zamanda Sadrettin Celal Antel de İstanbul Üniversitesi’denki görevinden bakanlık hizmetine alınmıştır.
Orhun dergisi de Bakanlar Kurulu kararı ile yeniden kapatılmış, bu arada Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, Ankara Musiki Muallim Mektebi öğretmeni Sabahattin Ali’yi Atsız aleyhine hakaret davası açmaya teşvik etmiştir. Sabahattin Ali’nin arkadaşı ve Atsız’ın da yakın arkadaşı olan Ankara Musiki Muallim Mektebi Müdürü Orhan Şaik Gökyay’ın arabuluculuğuna rağmen dava açmak zorunda kalmıştır. Aleyhine dava açılan Atsız, trenle Ankara’ya gitmiş ve Türkçü gençler tarafından istasyonda karşılanarak bir otelde misafir edilmiştir.
Hakaret davasının 26 Nisan 1944 günü yapılan ilk oturumu olaylı geçmiştir. Bunun üzerine 3 Mayıs 1944 tarihinde yapılan ikinci oturuma üniversite öğrencileri alınmamış, bu yüzden de öğrenci gösterileri olmuş ve yüzlerce kişi tutuklanmıştır.
Davanın 9 Mayıs 1944 günü yapılan karar oturumunda, Sabahattin Ali’ye “vatan haini” dediği için 6 aya mahkûm edilen Atsız’ın cezası hâkim tarafından “milli tahrik” gerekçesi ile 4 aya indirilmiş ve 4 aylık bu ceza da ertelenmiştir.
Atsız, cezasının ertelenmesine rağmen 9 Mayıs 1944 tarihinde mahkemenin kapısından çıkarken tevkif edilmiştir.
19 Mayıs 1944 törenlerinde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Atsız ve arkadaşlarını ağır şekilde eleştiren nutkunu söylemiş ve bu nutuk üzerine de Atsız ve 34 arkadaşı İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılanmaya başlanmışlardır. Aralarında Alparslan Türkeş gibi subay, üniversite profesörü, öğretmen, doktor ve üniversite öğrencilerinin de bulunduğu sanıklar, sorguya çekilmişler; Atsız dahil sanıklar, daha sonra tabutluk diye adlandırılan hücrelerde işkence gördüklerini belirtmişlerdir. 7 Eylül 1944 günü yargılama başlamış, ‘Irkçılık-Turancılık Davası’ adı verilen ve haftada 3 gün olmak üzere 65 oturum devam eden mahkeme, 29 Mart 1945 tarihinde sonuçlanmış ve Atsız 6,5 yıl hapse mahkûm olmuştur.
Atsız, bu kararı temyiz etmiş ve Askerî Yargıtay, 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi’nin kararı esastan bozmuştur. Böylece Atsız, bir buçuk yıl kadar tutuklu kaldıktan sonra, 23 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilmiştir.
5 Ağustos 1946 tarihinde 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi’nde tutuksuz olarak başlayan Atsız ve arkadaşlarının davası (bu dava Kenan Öner-Hasan Ali Yücel davası adı ile tanınmıştır) [kaynak belirtilmeli], 31 Mart 1947 tarihinde sonuçlanmış ve 29 oturum devam eden mahkemede bütün sanıkların beraatına karar verilmiştir.
Nihal Atsız-Mahkeme Sonrası Fikirlerini Yayması:
Nisan 1947’den Temmuz 1949’a kadar kendisine iş verilmeyen Atsız, Ekim 1945-Temmuz 1949 tarihleri arasında geçinmek için kitaplarından bazılarını satmak zorunda kalmıştır. Bir müddet Türkiye Yayınevi’nde çalışan Atsız, Türk-Rus savaşlarının özeti olan “Türkiye, Asla Boyun Eğmeyecektir” adlı kitabını da Sururi Ermete adlı şahsın adı ile yayınlamak zorunda kalmıştır.
Atsız’ın sınıf arkadaşlarından Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu Millî Eğitim Bakanı olunca, Atsız’ı 25 Temmuz 1949’da Süleymaniye Kütüphânesi’ne “uzman” olarak tayin etmiştir.
Bir müddet bu vazifede çalışan Atsız, Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden sonra 21 Eylül 1950’de Haydarpaşa Lisesi Edebiyat Öğretmenliği’ne tayin olmuştur.
4 Mayıs 1952 tarihinde Ankara Atatürk Lisesi’nde vermiş olduğu “Türkiye’nin Kurtuluşu” konulu bir konferans üzerine Cumhuriyet Gazetesi, Atsız’ın aleyhine haberler yayımlamıştır. Hakkında bakanlık tarafından soruşturma açılan Atsız’ın konuşmasının bilimsel olduğu tespit edilmiştir. Fakat Atsız, 13 Mayıs 1952 tarihinde Haydarpaşa Lisesi’ndeki edebiyat öğretmenliği görevinden “muvakkat” kaydı ile alınarak yine Süleymaniye Kütüphânesi’ndeki görevine tayin edilmiştir.
31 Mayıs 1952 tarihinden itibaren emekliliğini istediği 1 Nisan 1969 tarihine kadar Süleymaniye Kütüphânesi’nde çalışan Atsız’ın en uzun süreli memuriyeti bu kütüphânedeki memuriyet olmuştur.
Atsız, 1950-1952 yıllarında yayımlanan haftalık Orkun dergisinin başyazarlığını yaptı. 1962’de kurulan Türkçüler Derneği’nin genel başkanlığını üstlendi. 1964′ten vefatına kadar Ötüken dergisini yayımladı.
Devrin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Gaziantep’e giderken bir işçinin kendisine “idareciler Araplara toprak veriyorlar, biz Türklere vermiyorlar.” sözlerine karşılık, “Türk topraklarında yaşayan herkes Türk’tür.” demiş; Atsız bunun üzerine, Ötüken’in Nisan 1967’de yayınlanan 40. sayısından itibaren “Konuşmalar, 1” (Sayı 40), “Konuşmalar, II” (Sayı 41), “Konuşmalar, III” (Sayı 43), “Bağımsız Kürt Devleti Propagandası” (Sayı 43), “Doğu Mitinglerinde Perde Arkası” (Sayı 47) ve “Satılmışlar-Moskof Uşakları” (Sayı 48) adlarıyla yayınladığı seri makalelerinde, Marksistlerin Doğu bölgelerinde gizli çalışmalarda bulunduklarını iddia etmişti. Bu makaleler hakkında savcılıkça soruşturma açılmış; fakat, Atsız’a hiçbir suçlamada bulunulmamıştır.
Ancak, bu yazılar üzerine, Ankara sokaklarında Atsız aleyhine hazırlanmış, ayrılıkçılığı ilan eden bildiriler dağıtılmış [kaynak belirtilmeli] ve aynı günlerde Adalet Partisi Diyarbakır senatörlerinden biri, Senato kürsüsünden Atsız aleyhine ağır bir konuşma yapmıştır.
Hasan Dinçer’in Adalet Bakanı olduğu dönemde, bakanlık tahkikat açmış ve Atsız mahkemeye verilmiştir. Davanın devam ettiği 6 yıl içerisinde 12 Mart (1971) muhtırası verilmiş ve arkasından sıkıyönetim ilân edilmiştir.
Uzun duruşmalardan sonra mahkeme, Ötüken’in sahibi Atsız’ı ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Mustafa Kayabek’i 15’er ay hapse mahkûm etmiştir. Mahkeme başkanının karara katılmadığı ve 2-1’lik ekseriyetle verilen bu karar, temyiz edilince Yargıtay tarafından bozulmuştur. Fakat aynı mahkeme, 2-1’lik kararda ısrar edince, Yargıtay kararı onaylamıştır. Atsız ve Mustafa Kayabek “Tashih-i karar” isteğinde bulunmuşlar; ancak, bu istekleri mahkemece kabul edilmemiştir. Böylece mahkûmiyet kararı kesinleşmiştir.
Kronik enfarktüs, yüksek tansiyon ve ağır romatizmadan rahatsız olduğu için Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne yatan Atsız’a, Haydarpaşa Numune Hastanesi tarafından “Cezaevine konulamayacağı” kaydı bulunan rapor verilmiştir. Ancak 4 aylık bir rapor Adlî Tıp tarafından kabul edilmemiş ve “reviri olan cezaevinde kalabilir” şeklinde değiştirilmiştir.
Bunun üzerine infaz savcılığı, 14 Kasım 1973 Çarşamba günü sabahı Atsız’ı evinden aldırarak Toptaşı Cezaevi’ne sevk etmiştir. 40 kişilik adi suçlular koğuşuna konulan Atsız, bir müddet sonra reviri olan Sağmalcılar Cezaevi’ne nakledilmiştir.
Atsız, kesinleşen 1,5 yıllık cezasını çekmek için hapse girince, üniversite hocaları ve öğrencilerinden oluşan bir grup Cumhurbaşkanı’na başvurup Atsız’ın affını istemiştir.
Atsız, suç işlemediğini belirterek bizzat af talep etmediği halde, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, kendi yetkisini kullanarak Atsız’ın cezasını affetmiştir.
22 Ocak 1974’te Bayrampaşa Cezaevi’nden tahliye edilen Atsız, 1,5 yıllık cezasının 2,5 ay kadarını cezaevinde geçirmiştir.
İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın tarifi ile “Atlıyı atından indirecek derecede şiddetli yazılar yazan” [kaynak belirtilmeli] Atsız, ateşli ve keskin bir üslûba sahip idi.
Nihal Atsız – Ölümü:
Atsız, 1975 yılının kasım ayının ortalarında hasta olduğundan şüphelenmiş, ancak yapılan muayene ve testler sonucunda bir hastalık bulunamamıştır. 10 Aralık 1975 Çarşamba gününün akşamı kalp krizi geçirmiş, gelen doktor enfarktüs olduğunu anlayamamıştır. Ertesi akşam Atsız, yeni bir kriz geçirmiş , 11 Aralık 1975 Perşembe günü vefat etmiştir.
13 Aralık 1975 tarihinde Kurban Bayramı’nın ilk günü Kadıköy Osmanağa Câmii’nde Kılınan ikindi namazını müteakip defnedilmiştir.
Turancı çevreler tarafından birikimli bilinmesine karşın Niyazi Berkes anılarında Atsız’ı “büyük iddiaları için gerekli olan antropoloji, tarih, felsefe alanlarında bir şey bilmeden insanları kaşlarına, gözlerine, saçlarına ve yüzlerinin rengine göre ırklara ayıracak kadar bilgisiz bir zavallı” olarak tanımlar.
Nihal Atsız ve Irkçılık:
Nihal Atsız, Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan romanına yanıt olarak 1940 yılında yazdığı İçimizdeki Şeytanlar kitapçığında ırkçı olduğunu şu sözlerle belirtiyordu: Ben de ırkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için – Evet, övünerek söylüyorum ve tekrar ediyorum: Irkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için – Sabahattin Ali’nin itiraflarına cevap vermek lüzumunu duyuyorum.
Nihal Atsız, 4 Mayıs 1941 tarihinde daha sonra sol görüşlü bir gazeteci olan oğlu Yağmur Atsız’a hitaben bir “vasiyet” kaleme almıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı gergin ortamda yazılan bu metin özellikle Atsız’a yönelik “ırkçılık” suçlamalarının delili olarak kullanılmaktadır:
“Yağmur Oğlum!
Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigar olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol.
Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır.
Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır.
Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarın ki düşmanlarımızdır.
Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içer(de)ki düşmanlarımızdır.
Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı.
Tanrı yardımcın olsun!
Nihal Atsız
4 Mayıs 1941
Bu vasiyet, aynı zamanda Atsız’ın deyimiyle Türk ırkçılığı ile Nazizm arasındaki farka da işaret etmektedir. Türk ırkçılığının Nazizm’den kaynak aldığını ileri süren anlayışa karşı yazdığı bir yazıda Atsız “Yalnız Yahudilere karşı güdülen Alman ırkçılığı ile, her millete karşı bir korunma ilkesi olarak ileri sürülen Türk ırkçılığı arasında bir bağlantı bulunmadığını” söyler.
Türkiye Komünist Partisi yöneticilerinden Reşat Fuat Baraner’in kaleme aldığı ve Faris Erkman’ın imzasıyla yayınlanan ‘En Büyük Tehlike’ broşürüne karşı yazdığı yanıtta Atsız Türk ırkçılığının Alman yanlısı olmak anlamına gelmediğini vurgulayarak şöyle der: “Bizim ırkçılığımızı da Alman yardakçısı olduğumuza tanık diye gösteriyorlar. Yoldaşlar şunu iyi bilsinler ki Almanya cihan haritasından silinip Almanlığın kökü kazınsa bile biz yine ırkçı kalacağız. Alman ırkçılığı yalnız Yahudilere karşıdır. Anası veya babası Çek, Lehli gibi Alman düşmanı milletlerden olan fertleri Almanlar yabancı saymıyorlar. Bizim ırkçılığımız ise bütün milletlere karşıdır. Bu ırkçılık Türklüğün ihtiyaçlarından doğmuş olaylarla gelişmiş bir ırkçılıktır. Uzun, acı, denemelerden sonra anladık ki pasaport vatandaşlarından fayda yoktur. Atalarının kanıyla, diliyle, geleneğiyle bu toprağa bağlı olmuyan insanlar en ufak menfaati görünce ihanetten çekinmiyorlar. Biz bunun için ırkçıyız. Balkan savaşında Arnavutlar, Cihan savaşında Araplar ihanet ettiği için ırkçıyız. Selanik`i Yunanlılara tüfek atmadan teslim eden Tahsin Paşa ve Sevr paçavrasını imzalamaktan sevinç duyan Rıza Tevfik Arnavut olduğu için, Harp Okulu öğrencilerini zehirlemek isteyen Nazım Hikmetof Yoldaş Polonyalı olduğu için ırkçıyız.”
1952 yılında yazdığı bir makalesinde Türkçülük’ün iki bileşenini Soyculuk ve Turancılık olarak tanımlayarak Soyculuk, aynı zamanda bir sağlık koruma meselesidir. Karışmak, daima, üstün olanın aleyhine olduğundan büyük meziyetler sahibi Türklerin, bu meziyetlerden yoksun soylarla karışmaları halinde ortaya çıkan melezlerde Türk’ün bazı büyük meziyetleri kaybolmakta, onların yerini diğer soyların iptidai vasıflarından bazıları tutmaktadır der.
Başka bir makalesinde de Türkçülük’ün bileşenlerini Irkçılık ve Turancılık olarak tanımlar: “Türkçülüğün değişmeyen tarafı ırkçılığı ile Turancılığı ve bunun neticesinde Türk milleti ve vatanı hususundaki düşünceleridir. Bu iki temelde bütün Türkçüler birleşmiştir. Bunun dışında kalan meseleler; mesela iktisadi, sosyal ve hukuki görüşler Türkçülerin ileride halledecekleri meselelerdir. Bu meseleler üzerindeki Türkçü düşünceler değişebilir. Çünkü zamanla herhangi bir iktisadi veya içtimai düşünce çürütülebilir. Fakat ırkçılık ve Turancılık asla değişmeyecektir. Çünkü bunlar Türklüğün Türklük olması için elzem şartlardır. Tıpkı bir insanın havaya ve yiyeceği olan mutlak ihtiyacı gibi… Bir insanın elbise ihtiyacı yaza, kışa, geceye, gündüze göre değişebilir. Eğlencesi de sinemaya, ava gitmek veya içki içmek şeklinde olabilir. Fakat havaya ve yiyeceğe ihtiyacı hiç bir zaman değişmez. Irkçılıkla Turancılık, Türkçülüğün hava ve gıdasıdır.”
Irkçılık-Turancılık davası sırasında da ırkçı olduğunu kabul eden Atsız, kendisinin üçüncü göbekten babasının Rum olduğunu iddia eden savcıya karşı şöyle diyordu: “Belki bu iftira benim ırkçılığımı çürütmek için ortaya atılmıştır. Fakat çürütülemez. Farzımahal benim baba tarafımdan bütün ecdadım gayrı Türk olsa bile yine bununla ırkçılık ülküsü çürütülemez.”
Irkçılık-Turancılık davasındaki savunmasını bitirirken şöyle diyordu: “Irkçı ve Turancı olduğum için mahkum olursam, bu mahkumluk hayatımın en büyük şerefini teşkil edecektir.” Aynı davada yargılanan Alparslan Türkeş de sorgusunda “Nihal Atsız bana daima ırkçı ve Turancı telkinatta bulunmuştur. Ben de tamamen onun gibi düşünüyorum.” demişti.
Atsız’ın düşüncesinde sosyal-darvinizmin önemli bir yeri vardır. Biyolojik olarak güçlülerin hayatta kaldığını, zayıfların yok olduğunu söyleyen Atsız’a göre milletler arasında da aynı yasa hüküm sürüyordu. Ona göre: “Millet, âdeta gayri şuurî olarak dünyaya yayılıp hâkim olmak ister. Fakat yayılırken başka milletlerin mukavemetine çarpar. Böylelikle aralarında savaş başlar. Sonunda güçlüler kazanır.” Bu yüzden ülkücülüğün aynı zamanda saldırgan olması gerektiğini savunan Atsız, aynı zamanda Kemalizm’in “yurtta barış, dünyada barış” politikasına da karşı çıkıyordu. 1944 yılında yazdığı bir makalesinde şöyle diyordu: “Yurtta barış, cihanda barış” yahut (kimsenin bir karış toprağında gözümüz yok) gibi sefilane bir siyasî umde ile bu milletin manevî enerjisini bilerek veya bilmeyerek söndürenler, zaten mahvolmuş Almanya’ya savaş açarak Türk tarihinde asla görülmemiş bir kancıklığın zilletini tarihimize sokanlar, fakat Bulgaristan ve adalardaki Türkleri topraklarıyla birlikte kurtarmak fırsatını tarih yaratmışken en denî ve cebîn bir hareketle bundan kaçanlar hiç şüphesiz Türk birliğini tamamlamak yolunda bir adım atamazlardı. Çünkü onlar, bu memlekette Moskofçuluğu için için yaşatmak, Türkçülüğü açıkça yok etmek istiyen devşirmelerdi.”
Yine Atsız’a göre, ahlâkın meydana gelmesinde en önemli neden soydu. Ona göre, “Bir toplumun ahlâkı, soyunun karışması ile değişebilirdi”. Ona göre, “Kunlar ve Gök Türkler çağında saraylarımıza giren Çin prenseslerinin ihanetleri, artık bugün herkesin bildiği bilgiler haline gelmiştir. Osmanlılar devrinde, Kanuni Sultan Süleyman gibi büyük bir padişahı küçük düşüren hareketler, Islav asıllı Hurrem Sultan yüzündendir.”
Türkçülere önerdiği “Evlenecekleri kızın, sağlık ve soy durumlarına ve bu hususta aşka tutsak olmaya dikkat” etmeleriydi. Türk ahlâkı yüceltilmeli, “Caz denilen zenci musikisi, balo denilen Avrupa rezaleti, bar denilen Amerikan kepâzeliği” kaldırılmalı ve tercüme yasalar yerine “millî örf ve ahlâkımızdan alınmış yasalar” yapılmalıdır. Ayrıca Türklerin kurtuluşu ancak Türk topraklarının başka soylardan arındırılması ile mümkündü. 1952’de “Yahudiler tam bir Arap ülkesi haline gelen Filistin’den nasıl Arapları sürerek orada bir Yahudi çoğunluğu yaptılarsa, biz de aynı şeyi yaparak bize ait olan toprakları mutlaka Türkleştirmek zorundayız” diyordu.
1934 yılında yazdığı bir makalede Türk milletinin Türk ırkı demek olduğunu şu sözlerle savunur: “Türkler için milliyet her şeyden önce bir kan meselesidir… Türklük yalnız manevi-ahlaki değil, aynı zamanda maddi (yani fizik, fizyolojik, fizyonomik ve antropolojik) bir şeydir… Türk olmak için Türk ırkının maddî ve manevî hasletlerini tevarüs etmek icap eder…Bazılarının söylediği gibi milliyet yalnız anlaşma vasıtası olan dil’in birliği ile izah edilseydi bir İstanbul Yahudisi’nin bize bir Kırgız’dan daha yakın olması lazım gelirdi. Halbuki bütün kanunlara, siyasi ve içtimai hadiselere, propagandalara rağmen biz Kırgız’ı kardeş, Yahudi’yi de köpek çıfıt olarak tanıyoruz. Çünkü Kırgız’ın damarındaki kanın kendi damarımızdaki kan olduğunu, Yahudi’nin ise bize düşmanlıkla yoğurulduğunu biliyor, seziyoruz.”
Yine Çanakkale Zaferi’nin yıldönümünde yapılan bir yürüyüşü eleştiren kitapçığında sosyologların “Türk Milleti” tanımını eleştirerek şunları söyler: “Türk kanının yarattığı bir mucize olan Çanakkale’yi saygılamak gerekti mi, saygılamağa gelenler Türk kanı taşıyan insanlar olmalıydı. Çanakkale zaferini kanunların ve içtimaiyat ilminin kansız taraftarlarının anlattığı “Türk Milleti” (yani içinde Kürdünden Yahudisine kadar hepsini ihtiva eden melez topluluk) değil, “TÜRK IRKI” kazanmıştı. Bunun için oraya yalnız Türkler gelmeliydi… Ve öyle yaptık…”
Yine Nazım Hikmet’e karşı yazdığı broşüründe “Karışmamış kan davası yalnız hayvanlar değil, insanlar için de vardır. Hayvanların en asil ve değerlileri halis kanlı olanlar olduğu gibi insanlarin en asilleri en saf kanlı olanlarıdır. Kan ve ırk meselesi kan grupları tetkiki demek olan fizyolojik ve antropolojik bir meseledir” diyor ve Nazım Hikmet‘in komünist olmasını Türk soyundan olmayışıyla ilişkilendirerek “ataları, bu toprağa kan katanlardan, halis kanlı Türk olanlardan bir komünist çıktığını da zaten şimdiye kadar görmedim. Bunlar daima kanı bozuk, sütü bozuk, yeri yurdu belirsiz, soyu sopu şüpheli ve Türk olmuyan kimselerdir.” diyordu .
Bununla birlikte daha sonraki yıllarda Atsız’ın düşüncesinde “Türkleşmiş olmak” mümkündür ve kabul edilebilecek bir durumdur. Ona göre, “Hemen hemen her soy, başka soylarla karışmıştır. Bundan bir şey çıkmaz. Çünkü tabiat bir süre sonra melezliği temizler. Fakat, bir soy durmadan başka soylarla karışmakta devam ederse, bir zaman sonra, bir daha düzelmemek üzere bozulur.” Yani Türklerin başka soylarla karışması engellenmelidir. Bununla birlikte bu görüşlerinde zaman içinde bir yumuşama olduğu da düşünülebilir. Nitekim 1952 yılında Türk tarifini yaparken “Türk her şeyden önce, Türk soyundan gelen insandır. Türk soyundan gelince de pek ender bazı istisnalar bir yana o insanın Türkçe konuşması ve Türk kültürünü taşıması gerektir” derken 1969 yılında yazdığı bir yazıda Türk’ün tarifini şöyle yapıyordu: “Türk milleti, Türk kökünden gelenlerle Türk kökünden gelmiş olanlar kadar Türkleşmiş kimselerden meydana gelen topluluktur… Şuuraltında veya duygularının gizli yönünde başka biri ırkın şuur ve özleyişini taşımayan kimselerdir.” Dolayısıyla daha önceleri vasiyetinde “iç düşmanlar” olarak tanımladığı farklı ırklardan gelmelerine karşın Mehmet Akif Ersoy ya da Yıldırım Beyazıt da Atsız’a göre Türk sayılmalıydı.
Nihal Atsız Eserleri
Türkçülüğün öncülerinden olan Nihâl Atsız, Turancı çevreler tarafından aynı zamanda güçlü bir Türkolog olarak kabul edilir. Bu çevrelere göre Türk dilini, tarihini ve edebiyatını gayet iyi bilen Atsız, özellikle Türk tarihinin Göktürk kısmında uzmanlaşmıştı. Çok sevdiği bu devreyi Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor adlı iki eser ile romanlaştırmıştır. Deli Kurt adlı romanı Osmanlı tarihinin ilk devrelerinin romanlaştırılmış şeklidir. Ruh Adam‘daki Selim Pusat’ın şahsiyetinde Atsız’ı görürüz. Ruh Adam‘ın devamı olarak Yalnız Adam‘ı yazacağını söylüyordu. Yine yazacağını bildirdiği bir eseri de Bozkurtlar serisi’nin 3. cildi idi. [kaynak belirtilmeli] Yayınlanmamış eserlerinin içerisinde II. Mahmut’tan Günümüze Kadar Osmanlı Hanedanı Tarihi adlı bir eseri de vardır. Nihâl Atsız’ın şiirleri Yolların Sonu adı ile kitap halinde basılmıştır.
Romanları:
Dalkavuklar Gecesi, İstanbul 1941.
Bozkurtların Ölümü, İstanbul 1946.
Bozkurtlar Diriliyor, İstanbul 1949.
Deli Kurt, İstanbul 1958.
Z Vitamini, İstanbul 1959.
Ruh Adam, İstanbul 1972.
Öyküleri:
‘Dönüş’, Atsız Mecmua, sayı.2 (1931), Orhun, sayı.10 (1943)
‘Şehidlerin duası’, Atsız Mecmua, sayı.3 (1931), Orhun, sayı.12 (1943)
‘Erkek kız’, Atsız Mecmua, sayı.4 (1931)
‘İki Onbaşı, Galiçiya…1917…’, Atsız Mecmua, sayı.6 (1931), Çınaraltı, sayı.67 (1942), Ötüken, sayı.30 (1966)
‘Her Çağın Masalı: Boz Oğlanla Sarı Yılan’, Ötüken, sayı.28 (1966)
Şiir:
Yolların Sonu (1946)
İnceleme:
Türk Tarihi Üzerine Toplamalar
Türkler ve Osmanlı Sultanları Tarihi
Türk Edebiyatı Tarihi
Türk Ülküsü
Osmanlı Tarihine Ait Takvimler
Türk Tarihinde Meseleler
Biyografi:
Edirneli Nazmi
Kemalpaşaoğlu
Birgili Mehmet Efendi
Ebussud
Esen kalın
10.12.2024
M. Hüseyin OĞUZ
Jeoloji Mühendisi
Ellerinize emeğinize kaleminize sağlık.