ŞİİR, GÖNÜLLERİN ÜRPERTİSİDİR…
Şiir, insanın kendisini, kendi gizemlerini ve açık yönlerini ele alıp, bir bütün olarak ortaya koymasıdır. Zaten, insana baktığınızda belirli bir açıklığın yanında çok büyük bir bölümü diyebileceğimiz gizli kalmış yönünün, pek çok yeteneklerinin kendisi bile farkında değildir. Zamana, duruma ve hale göre bu yetenekler öne çıkar. Onun içindir ki yaptığımız işlerde, şöyle bir karşısına geçip baktığımızda zevk almamızın yanında başkalarının marifetlerimizden bahsetmesi ve bu marifetlerin alkış toplaması da bize ulaşan hazlar arasında önemli bir yer tutar. Bunun ana sebebi de, hiçbir insan, kendini dört dörtlük tanıyamaz olmasıdır. Tanıma imkânı da yoktur. Zaten kendini tanımayan insan, kendini aramaya kalktığında çevre faktörüyle karşı karşıya kalır. Bu sefer yol daha da artar ve daha da karmaşık bir hal alır.
Yani şunu demek istiyorum; ömür denen olgu, insanın kendini ve çevresini tanımakla geçirdiği zamanlar bileşkesidir. Bu bileşkede, çevreye yöneldiğimizde başka bir şeyler dizisine daha rastlamak mümkündür. Bu da kendimizi tanımadığımız kadar başkalarını da tanıyamamamızdan kaynaklanır. Zaten, asıl kendini kendinden saklayan insanın karşısına, bir de kendisini senden saklayan insanlar çıkar. İnsanlarla ne kadar yakınlık içinde olursanız olunuz, bu sınırı hiç bir zaman yıkamaz ve hatta ona ulaşamazsınız. Bunu halk arasında bazı deyimlerde de bulmak mümkün; insan yılan gibi soğuk, tilki gibi kurnaz, kedi gibi çevik, köpek gibi laf, söz anlamaz, keçi yâda eşek gibi inatçıdır. Bütün bunlar aslında bir gizemin ifadesidir. Bu gizemler de insanın kendi içinde uyuyan ve kendinin bile keşfedememesinin yanında, başkalarına karşı gizli tutulanlar olarak da görmek veya ayırmak mümkündür.
Sonra en sakin bir insanın bile, kendi farkında olsun veya olmasın, olaylar karşısında takınacağı tavırları önceden kestirmesi mümkün değildir. Aklının ucundan bile geçirmediği bir tepkiyi, en basit bir olay karşısında ortaya koyması da olasıdır. Bu hareketlerin toplamı, sonunda ya kişiye mutluluk yâda mutsuzluk – pişmanlık verir. Bu da yine toplum içinde, toplumun yargısına göre değişkenlik gösterebilmektedir.
Bizim toplumumuzda, herhalde bütün toplumlarda vardır bu; kanunlarla, gelenek, görenek ve törelerin çarpıştığı, çatıştığı zamanlar da olur. Bu sefer de çarpık bir durum yaşanır. Kişinin yaptığı fiil kanun karşısında suç teşkil ederken, toplum alkışlayabilir. Bu durum her zaman olmasa da zaman zaman kendini gösterebilir; en azından kan davası ilkel çağlardan günümüze kadar bu seyri takip etmiştir. Hatta bunun karşısına çıkmaya kalkan insanların toplum tarafından horlandığı bile olmuştur. Ama burada, bu olaylarda bir gerçeklik payını da görüyoruz ki, sonucunda insanlar rahatsız bir duruma düşmektedir. Toplum içinde her ne kadar kabul görse bile, olayı yaşayan birinci şahıslar, yaşadıkları ile toplumun ya da kanunun karşısında kendisini bir değerlendirmeye tâbi tuttuklarında bütün zorlayıcı unsurlar ortadan kalktığında, yani insan olma hasletleri içerisinde, kendi öz değerlendirmesiyle baş başa kaldığında, rahatsızlık boyutu hep var olmuştur. Kanunun uygulamasından doğan dengesizlik olarak gösterilen sonuçlar, bugün bile, yaşanan olayların alt / taban oluşturduğundan şahsen benim hiç şüphem yoktur.
İşte bütün bu karmaşık yapıların ortaya konması; yani insanın kendisini ortaya koyması olarak nitelendirebileceğimiz bu yapıyı en iyi ortaya edebiyat koymaktadır. Bunu içindir ki, edebî türler doğmuştur. Yani, insanın kendi kendisini araması, anlatması, başkalarını aynı şekilde araması ve anlatması gibi bir durumun sonucundan çıkmıştır. Onun için de her ne kadar, toplumun ekonomik yapısı ile orantılı gittiği tezi savunulsa bile, edebî ürünler, her zaman yerini muhafaza edecektir. Burada ayrıca belirtilmesi gereken şey, edebî eserlerin sahiplerini ya köşeyi döndürmek için yeterli olacak ya da vasat bir şekilde kendi varlığını sürdürecektir. Günümüz toplumunda bunların her ikisini de bir arada görmek mümkündür. İnsanları her ne kadar KURNAZLIK yönü varsa da İNANMAK gibi bir hasleti de vardır. Bu ikisi yine günümüz toplumunda iç içe gitmektedir. İnsan ve edebiyatın alt yapısını böylece ortaya koymakta yarar görüyoruz. Çünkü edebiyat, bütün dallarıyla hayatın kendisidir. Edebiyatı her yönüyle ele alırsak, insanın kendini anlattığı, ulaştığı ya da ulaşamadığı, dahası ulaşmayı hayallediği dünyaları iç içe bir bileşke olarak algılayıp, edebî türlere yöneldiği görülür.
İnsanın en büyük marifeti, bence yazıyı bulması ve edebî kuralların ortaya çıkmasıdır. Bu kurallar bütün hayatı örten bir yapıya sahiptir. İnsan, gerçekte ulaşamadığını hayallerde yaşatır. Varmış gibi kabullenir ve bunu kendi dışında herkesten saklar. Edebiyat devreye girince bunun biraz daha elle tutulur tarafları kendisi tarafından gün ışığına çıkarılmış olur. Bütün edebî eserlerde cevap bulunamayan sorulara rastlandığı gibi havada bırakılan bir yöne rastlamak da mümkündür. BİR HİKÂYEDE YA DA ROMANDA GİZLİ YÖN PEK KALMAYABİLİR. Fakat ŞİİR, insanın kendi yapısına en uygun bir tarzdır.
Şiirin büyüklüğü, insanın kendisinde var olan gizemi yansıtmasından da kaynaklanmaktadır. Bunun için de bütün dönemler de ve zamanlarda şiir, vazgeçilmez bir edebî unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Aslında bütün kâinatın GİZİ, şiirin içinde saklıdır. Mesajlar yüklüdür. Bunu herkes, algılayabildiği kadar algılar.
Şiiri okuduğunuzda, neyi verdiyse onunla yetinmek zorundasınız. Direk olarak, kelime kelime, mısra mısra anlamaya, çözmeye çalışmak beyhude bir uğraş olur. Zaten böyle olmasa bunun adı şiir değil de başka bir tür olurdu. Nitekim öyle de olmuştur. Onun için ben şiir = insan diyorum ve ilave ediyorum; şiir, gönüllerin ürpertisidir…
Sadık SOFTA
Eğitimci / Şair / Yazar / Gazeteci