SON BAŞBUĞ
4 Nisan 1997 ülkem için makûs, ebediyetteki ülkücüler için kutlu bir tarihtir zannımca. O geceki kederi hayatımın hiçbir döneminde yaşamadım. Çok rahat hayatı olanlar için bu söz fazla anlam taşımayabilir. Eşini idam sehpasından Allah’ın inayetiyle almış, çocuklarını cezaevi kapılarında büyütmüş, her mahkemede hürriyetle sehpa ihtimalleri arasında gidip gelirken ümit ve yeis duyguları içinde sıkışan kalbini hep ümitten yana döndürmeyi başarmış biri için sıradan bir söz değildir. Kederin en derinine inen bir hanım olarak bilinçli söylüyorum. Hayatımın en kara gecesiydi o 4 Nisan.
Son Başbuğ’dan ayrılalı 27 yıl oldu. Ona layık bir roman yazma arzusu hep gönlümün en mutena semtinde saklı. Son Başbuğ’un yakınında olabilmiş nice şanslı insanlarla onlarca röportaj yapıp çok fazla hatıra topladım. Şimdilik bilgisayarımda uykudalar. Kendimce sebeplerim var tabi. Bugün sizler için Başbuğ’un aziz hatırasına hürmeten içinden seçtiğim birkaçını yazacağım. Farklı konularda olmasına dikkat edeceğim ki bir lider nasıl olur ve bugünkü siyasi parti genel başkanlarının hiç birinin neden lider olamadığı iyi anlaşılsın.
Diş hekimine gittiğim gün Başbuğ’u yakından tanıyan Kürşat Eser beyden aldım, şimdi anlatacağım hatırayı. Agah Oktay Bey, bir gün Başbuğ’a gidiyor ve Ülkü Ocaklarının eğitimine talip olduğunu söylüyor. Başbuğ, onu dikkatlice dinledikten sonra o tok sesiyle “Ağah bey burası tabur değil, asker ocağı değil. Sen ocağa gidersin. Kendini sevdirirsin. Ülkücü gençler sana saygı duyar, bağrına basar, senden ders almaya iştiyak duyarlarsa; olur. Bu işler gönül işidir, talimatla olmaz.” diyor.
Ben hatıraları fazla yorumlamadan değerlendirmeyi size bırakacağım. Şimdi anlatacağım hadise 1977 yılında Başbuğ’un bir baraj açılışı sebebiyle Göksun’a geldiği gün yaşanıyor. Hatırayı gençliğinin on dört yılını türlü cezaevlerinin soğuk taş duvarlarına gömmüş kıymetli abim Kemal Koyuncu’dan dinliyorum. Onu ve diğer ülkücü tutukluların cezaevlerindeki ibret dolu hatıralarını merek edenlere Güldüren İşkence adlı romanımı okumalarını tavsiye ederim.
Başbuğ, arkasında yoğun bir kalabalıkla Göksun’un Paşa Pınarı denilen meydanına doğru yürümektedir. Bütün yol ve kaldırım, ülkücülerle doludur. Kemal Koyuncu abi, o zaman Ülkü Bir başkanı olduğundan karşılamak için gelenlerin en önünde yani Başbuğ’un yakınındadır. Hadiseyi birebir yaşayandır. Yürürken Başbuğ birden durur ve kaldırım kenarında gördüğü narin bir söğüt fidesini yanında ve arkasındakilerin dikkatini çekecek şekilde göstererek, “Evlatların şurada bir söğüt fidesi var. Sakın ola ezilmesin.” der. Sonra yoluna devam ederken söğüt fidesi çoktan ülkücü gençlerce korumaya alınmıştır. Gelenlerin söğüdün iki yanından geçerek söğüde zarar vermemeleri sağlanır. Daha ilginç olan şudur: İlk korumaya alıp arkadaşlarını sağlı sollu yönlendirenler de yürüyüp uzaklaştığı hâlde arkadan takip edenler hiç şaşırmadan söğüde kadar geldiğinde söğüdün önünde ikiye ayrılarak fidanın etrafını dolaşmaktadır. Onca kalabalığın önünü görmeden yürüdüğü o yolun kenarındaki söğüdün bir yaprağı bile zarar görmemiştir.
Ülkesinin bir söğüt fidanını düşünen ve bir emriyle kalabalığı yönlendiren bu liderle bugün çevrenin katledilmesine; topraklarının, yer altındaki madenlerinden dağ başındaki endemik bitkilerine kadar çalınan, öz varlıkları heba edilen yurdumun hâlini görmeyen veya ses çıkarmayan ve hatta izin verenleri bir karşılaştırın isterseniz. Neden bu başlığı attığımı da daha iyi anlayacaksınız.
Şimdi farklı bir konuya geçerek vaktiyle memleketim Samsun’da yaşanan bir hatırayı nakledeyim. Abdullah Soylu’dan dinliyorum. “Cezaevinden çıkıp askerliğimi yaptım. Çay ocağına bile oturamıyorum; birileri yanıma gelir de çay ısmarlayamam diye. Kimsenin derdimle ilgilendiği de yok. Samsun Zafer sinemasında bir miting var. Başbuğ, Yafeya otelde kalıyor. O akşam koruması olarak yanında uzak doğu spor hocası olan Adil Hoca (Koçak) var. Ben otele gittim kapıyı tıklattım. Adil Hoca bizim mahalledendi, beni iyi tanıyordu. Adil abiye durumu anlattım. “Gel otur dedi” Girdiğim oda L şeklindeydi. İçeri girince Başbuğu gördüm. Pantolonunun paçalarını çemremiş, ayağında tahta nalınlar, gömleğinin kolları sıvalı bir şekilde oturuyordu. Belli ki abdest almaya hazırlanmış. Beni görünce, “Gel otur evladım.” dedi. Ben de usulca oturdum. O arada biz “Beyaz Şimşek” derdik Mustafa Bağışlayıcı Hoca da geldi. İkisi birlikte namaz kıldılar. Namazı bitirip aminledikten sonra oturunca beni dinlemeye hazır olduğunu gösteren işaretinden sonra kendi durumumu arz ettim. Beni dikkatle dinledi ama hiçbir not almadı. Daha önce yetki sahibi nice kişiyle yaşadığım tecrübelerim sebebiyle, “Not falan almadı, tamam” dedim; “Başbuğ da beni ekecek.”
Ertesi günü Çarşamba’da bir açılış mı var yoksa bir ilçe toplantısı mı tam hatırlamıyorum. Rahmetli bizim çaycı İzzet amca ve İbrahim Aslan’la (Namı diğer Kurt. Allah rahmet eylesin. Güldüren İşkence’de etkili bir hatırası vardır.) oturuyoruz. Gelen giden “Ya bu Abdullah Soylu kim?” diye soruyor. İl başkanı ve ilçe başkanlarında bir telaş var. Bana bir ilgi alaka. İnanamıyorum. Samsun koskoca bir şehir. O zaman nüfusu üç yüz binin üstünde, sanırım. Başbuğ, bir günde onlarca insanla görüşmüş. Dert dinlemiş. Dün akşam “Not almadı beni oyalayacak” diye düşündüğüm Başbuğ adımla soyadımla başkanlara beni sormuş ve ”Neden ilgilenmiyorsunuz?” diye fırça atmış. Meğerse o gün bana gösterilen ilgi ondanmış. Tabi hem çok onurlandım hem de dün akşamki düşüncelerimden dolayı çok utandım. Not almadığı halde dinlediği bütün arkadaşların meselelerini adı soyadı konusu ve çözümüyle gündeme getirmesinden büyük hayretlere düşmüştüm.”
Tam da burada darbeden sonra senelerce içerde tutulan Başbuğ’umun hürriyetine kavuştuktan sonra Yozgat’a ilk gelişinde ziyaretine gidişimi ve onunla konuşup ağlaşmamızı anlatmam lâzım; ama ben bu hatırayı inşallah yazacağım romana bırakmayı uygun gördüğüm için Muzaffer Şahin ağabeyimden dinlediğim hatıraya geçeyim. Ankara’nın Kızılay meydanında karşılaşmış üç beş dakika sohbet etmiştik. Bu hatırayı o ayaküstü sohbet sırasında öğrendim.
Seksen darbesi olunca Muzaffer Şahin abi bir grupla Celal Bayar’ı ziyarete gidiyor; nedir, ne oluyoru anlamak için. O zaman Celal Bayar 104 yaşında. Daha onlar konuyu açmadan Celal Bayar sanki onların fikrini okumuş, niçin geldiklerini biliyormuş gibi konuya giriyor ve Alparslan Türkeş’i kastederek diyor ki: “Türkiye’yi kırk beş dakikada Afganistan yapacaklardı. Ülkemizi Afganistan olmaktan kurtaran bu adamı neden içeri attılar? Olacak iş değil bu ama o, orada kalmayacak. Muhakkak çıkacaktır.” Kastettiği, Babrak Karmal’ın Afganistan’a girişi gibi bir oldu bittiği, Ecevit’e yaptırmak istemeleri ve Alparslan Türkeş’in kendine inananlarla beraber buna engel oluşuydu.
Abi sözlerine şöyle devam ediyordu: 1944’te tabuklukta geçirdiği altı buçuk ay boyunca ölmemesi için sabah ve akşam bir bardak su veriyorlarmış. Bu süre boyunca Türkeş Bey, hiç yıkanamamış. İzin vermemişler. Yapılan onca eziyete rağmen ithamları asla kabul etmemiş. Tırnakları söküldüğünde konuşmayan bir insan darbede kimin evinde kaldığını söyler mi hiç? Halil Şıvgın’ın evinde kalmıştı. Daha sonra Kader sokaktaki kendi evine gelmiş orada teslim olmuştu. Askerler, “Biz buraya geldik. Seni bulamadık. Sen neredeydin?” diye sorduklarında, kimsenin başını belaya sokmamak için “En aşağıda kazan dairesindeydim. Ben sizi gördüm ama siz beni bulamadınız.” demişti.
Cumhuriyet kurulalı beri her darbede darbedilen ve çektiği ezaya rağmen yeniden ayağa kalkan, yine ve yeniden daha kuvvetli bir azimle başlayan başka lider var mı? Bugün hâlâ onun ektiği tohumun ekmeğini yiyen siyasilerin vefasızlığına hiç değinmeyeyim; günün anlamına binaen.
Bu satırları size Trabzon’dan yazıyorum. Daha çok hatıraların dili olmaya karar verdiğim için üç akşam evvel iftar yemeğinde konuğu olduğum Osman Bahadır abimin naklettiği hadiseyi arz etmek istiyorum. Zaten ne zaman Başbuğ’un tedrisatından geçmiş birini görsem, polen arayan arı gibi hissederim kendimi. Bir yolunu bulur lafı Başbuğ’a getiririm. O akşam da öyle oldu. Osman Bahadır abi, büyük ve köklü bir sülâle olan Bahadıroğullarının son zaman temsilcilerinden biri. Allah hayırlı ömür versin şimdi seksenli yaşlarda. Vakfıkebir’de ikamet ediyor. Gençliğinde İstanbul’da eczacılık okurken tanışıyor Başbuğ’la. O zaman İstanbul Ülkü Ocakları Birliğinin başkanlığını yapıyor. Hatta ilk başkanı olduğunu biliyorum. Son yıllarda kimliği belirsiz karanlık ruhlu birilerinin yayınladığı öldürülecek kadim ülkücüler listesinde adı da geçmişti. Derviş edasıyla konuşuyor Osman abi.
“Başbuğ’u dinliyoruz. Bize ders veriyor, verdiği dersi misallerle açıklıyor.” diyerek söze başladı. Sonra şunları nakletti: “Diyelim ki hedefiniz şu camı kırmak olsun ancak elinizde bu işi yapacak malzeme yok. Sadece kum var. Avuç avuç atsanız, (o sırada parmağıyla pencereyi gösteriyor) kumla bu camı kırabilir misiniz? Hayır! Kum pervazda birikir ama cam kırılmaz. Peki, pervazda biriken kumları toplayıp elbisenizden alacağınız bir parça beze sarıp atarsanız ne olur? Camı kırarsınız. İşte siz ülkücüler böyle bir arada olursanız hedefe ulaşırsınız. Kum gibi dağılırsanız, kum gibi sadece o pervazda birikir ama başaramazsınız.” Aklınıza hemen Türk’ün Başbuğlarından Bilge Kaan geldi değil mi?
Nasıl? Başbuğun verdiği bu kum misali, bugünü anlatıyor mu?
Peki, hiç düşünüyor muyuz? Barış Manço’nun şarkısında söylediği gibi Kayaların Oğlu olan bizler, nasıl oldu da kuma dönüştük ve birilerinin pencere pervazında yığın olduk?
Bu manzara emaneti teslim alan bizlere yakışıyor mu? Ya yeniden birlik olup başaracağız ya da ne idiği belirsizlerin yoğurduğu harçta kum gibi malzeme olacağız? Hangisi yakışır Son Başbuğ’un bozkurtlarına?
Başbuğ’u anlatmaya ne dilim ne kelamım ne kalemim yeter ama bendeki onlarca hatıradan birkaçıyla ruhunu şad etmek istedim. Allah mekânını cennet eylesin. Dilerim Başbuğ’un emanetini taşıma onurunu başında taç yapanların; bu uğurda zindan, sürgün, idam yediği halde yılmayanların; günümüzün bütün çirkefliğine rağmen kendini ve ülküsünü muhafaza edenlerin başarısını da görürüm. Köşelere çekilip kendini ve ülküsünü muhafaza etmişlerin de artık Başbuğ’un aziz hatırasına yakışır bir tavırla meydana çıkıp hüküm verme vakti gelmiştir.
Aziz hatıran önünde saygıyla eğiliyorum Başbuğ’um. Ruhun şad olsun. 4 Nisan 2024
Emine ÖZGENÇ
Edebiyatçı / Yazar