Suskunlukları yırtmaya geldim,
Hıçkırıkları boğmaya.
Sen yoktun orada,
Kederli annelerin çocukları ile türküler söyledik…
Tıpkı Kapalı Maraş’tın,
Yıkık, viran ve bana yasaklı.
Sonbaharın gökkuşağı bile yitirdi renklerini.
Kimi zaman Akdağ’da,
Kimi zaman Beşparmak’ta,
Nedense hep dağ başlarında aradım gözlerini…
Güneş solgunda iskelede,
Deniz bir bilinmezlikte hırçın,
Dokunmadım kum taneciklerine,
Patikalarda kaldı gözüm.
Demir olsa erirdi hayalimdeki vicdan,
Ve meyhane şarkılarına dolandı bakışlarım…
Sende kalmıştı yorgun gözlerim.
Akşamları duman sinmiş masalarda,
Tükenirken bir gün daha,
Alışık olmadığım saatlerin tenhasında,
Magosa’da, İzmir’de, Adıyaman’da
Dayanılmaz yürek çırpıntıları…
Karanlığı incitmeden,
Bir güz günü,
Ekim’in akşam rüzgârlarında,
Gökyüzünden güller serpiştiriyordum hayalime.
Bekleyişler,
Gidişler,
Gelişler…
Ah bir de kavuşmalar olsa
Çocuk saflığında,
Belki rıhtımda, dalgalarda, ay ışığında…
Bulutlardan sen yağmayınca,
Akdeniz kıyılarında,
Serçeler akın ederken dallara,
Martıların payına düşen ekmek kırıntıları,
Usulca kapattım gönül kafesimin kapılarını,
Sımsıkı sarılarak ıslattığım yastığa.
Sen beni yanına çağırmayınca…
Ve hala türküler söylüyoruz ayrılığa dair
Serbest vezin şiirleri meze yapıyoruz.
Baharı bekliyoruz kış sonrası,
Gelincikler süsleyecek umutlarımızı kan kırmızı,
Her hangi bir köşesinde dünyanın,
Belki Lefkoşe’nin cıvıl cıvıl ışıklarında,
Belki memleketimin karanlık sokaklarında,
Ama özgürce aynı gök kubbe altında,
Ritmi düzelecek göğüs kafesimin
Griler maviye dönüşecek,
Uçacağız sonsuzluğa kanat çırpa çırpa.
Sırtını bize dönse de dünya…