12 EYLÜL
Yıl dönümü dolayısıyla birkaç gün boyunca 12 Eylül’le ilgili yazılar okudum, televizyonlarda söyleşiler izledim. Hepsinde sadece darbe gününden sonra yaşananlar çok sert biçimde kınanarak dile getiriliyordu. 12 Eylül öncesine değinen hiç yazı görmedim. Sosyal medya benzer paylaşımlarla doluydu. Muhtemelen o günün militanlarından birinin yazdığı bir romandan alınma aklı almaz bölümler paylaşılmıştı. Meydan, darbe mağdurlarınındı. Konuyu bütün yönleriyle ele alan, bilimsel değer taşıyan, doğru bilgi ve belgelere dayanan çalışma yok gibiydi.
İster yakın ister uzak olsun tarih ders alınmak içindir. İstiklal Marşı’nın şairi Mehmet Akif Ersoy, şiirinde:
“Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarihi “tekerrür” diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” diyor.
12 Eylüllerin, darbelerin bir kere daha olmasını istemiyorsak iyi ve doğru analiz etmeliyiz. Aradan kırk dört yıl geçmiş. 12 Eylül darbesini eleştirme işini artık ideoloji mensuplarına bırakmaktan, onların gözüyle olayları değerlendirmekten vazgeçmeliyiz.
Başımıza gelen her kötülüğü dış güçlere bağlayıvermek bize çok çekici geliyor. Bundan da vazgeçmeliyiz. Bugün de ekonomiden aşırı yağmura, orman yangınlarından tarımda yetersizliklere varana kadar her şeyi dış güçlere bağlıyoruz. 12 Eylül darbesinden gerçekten dış güçler sorumluysa şu gerçekleri de kabul etmek gerekir: O günkü ordumuzun bütün generalleri vatan hainidir. Daha alt kademedeki bütün askerler, vatana ihanete iştirak halindedir. Öyleyse nasıl olmuş da bu ülke ayakta kalabilmiş? Dış güçlere, düşmana kızılmaz; onlar tıynetlerinde olanı yaparlar. Demek ki en tepedeki siyasetçiden en sıradan vatandaşa herkes dış güçlere, düşmana karşı gereken savunmayı ortaya koymamış, sadece dedikodusunu yapmıştır. Atatürk ve Kuva-yı Milliye, dış güç mü dinledi?
Diş güçlerin emrindeki darbeciler huzur içinde, demokrasinin bütün kurallarıyla işlediği bir ülkede mi darbe yaptılar? “Efendim, özellikle darbeye uygun ortam yaratmak için ülkeyi anarşiye boğdular.” Yani, önce düzgün ülkeyi karıştırdılar, sonra düzeltmek için darbe yaptılar, öyle mi? Ama ancak Pinochet, Franko, Salazar filan gibi darbeden sonra hiç gitmeyip ömürlerinin sonuna kadar diktatör olsalardı bunun bir mantığı olurdu. Onlar birkaç yıl içinde demokrasiye döndüler, seçimlerle yönetimi siyasete devrettiler. “Eğlence olsun, boş oturmayalım, şu ülkeyi önce anarşiye, ateşe ve kana sürükleyelim. Sonra darbe yapar, eski haline döndürür, tekrar siyasetçilere devrederiz.” mi dediler?
Tamam, darbe her zaman kötüdür; 12 Eylül, belki de en kötüsü olmuştur. O günlere dönmemek için darbeciler en ağır eleştirileri hak etmişlerdir. O günlerde yaşanan bütün kötülükler dile getirilmelidir. Ama ülkeyi 1970’lerden 1980 darbe ortamına getiren gelişmelerde ülkeyi yöneten siyasetin, Meclis’in hiç mi günahı yok? Eğer 12 Eylül 1980 öncesini doğru analiz etmezsek, bırakın ders çıkarmayı, çok daha kötülerini yaşarız.
Nasrettin Hoca’nın evine hırsız girmiş. Herkes, “Niye şöyle yapmadın, niye böyle yaptın…” diyerek Hoca’yı suçlamış. Sonunda dayanamayan Hoca “Yahu, bu hırsızın hiç mi suçu yok?” diyerek isyan etmiş.
O gün on yaşından küçükler olayları pek bilmez. Onlar bile bugün elli dört yaşında. Günümüz gençliği kulaktan dolma bilir. O günlerin gazetelerini arşivden okuyun. Parti liderleri, mensupları neler söylemişler; olayları nasıl körüklemişler. Her gün onlarca genç öldürülür, bombalar patlatılır, suikastlar yapılır, anarşi doruklara tırmandırılır, bankalar soyulur, banka önünde nöbetçi Mehmetçikler şehit edilirken, kurtarılmış bölgeler oluşmuş ve oralarda alternatif yönetimler kurulmuşken, üniversite hatta liselerde eğitim öğretim yapılamazken kavgayı nasıl kızıştırmışlar görün. Bir araya gelip ortalığı sakinleştirmek için nasıl kıllarını kıpırdatmamışlar anlayın. Siyaset, Nisan 1980’den 11 Eylül 1980’e kadar altı ayda 113 turda Cumhurbaşkanı seçememiştir. Darbe olmasa, belki de yıllarca seçemeyeceklerdi. Sadece bu bile, siyasetin ne kadar sorumsuz davrandığını göstermeye yeter.
Dedelerinize akşam ezanından sonra sokağa çıkılıp çıkılamadığını sorun. Annelerin pencere önlerinde eşlerinin, evlatlarının eve dönüşünü nasıl yürek çarpıntıları içinde beklediklerini öğrenin. Siyasetten umut kesen milletin “Asker, ne bekliyor?” diyerek darbeyi nasıl ısrarla davet ettiğini, darbe günü nasıl sevinçle alkışladığını öğrenin. Eğer bunları bilmezsek gerekli dersleri de alamayız.
Ülkede rejimi değiştireceğiz, diye ortaya atılıp teröre başvuranların da onlara engel olacağız diye aynısıyla karşılık verenlerin de darbecilerden kayırma beklemeye hakkı yoktur. Bir tarafı kayırma, ülkeyi daha büyük kargaşalara sürükler. “Ben devletten yanaydım, devletin yapamadığını yapıyordum.” denemez. İnandıkları dava uğruna ölümü göze alıp mücadeleye atılanlar, dava uğruna uğrayacakları her zulme de hazır olmak zorundadır. Bir dava uğruna zulüm görmek, o davanın takipçileri nezdinde en büyük onur madalyası gibidir. Bu onurla mutlu olmak dava adamı olmanın mihenk taşıdır. Dava adamı, başka nimet beklemez.
Çiftliğinize dadanan domuzları engellemek için aslanları çağırırsanız, domuzlardan sonra sıra size gelir. Hiçbir darbe hayırlı değildir. Elbette ülkeye çok büyük zararları dokunmuştur. Bugün yaşanan birçok olumsuzluğun temelleri darbe döneminde atılmıştır. Affedilmez yanlışları vardır. Darbeyi, darbecileri en acımasız biçimde eleştirelim; ama siyasetçilerin hiç mi suçu yoktu?
Ahmet Salih Erdoğan ERÜZ
E. Öğ. Alb. / Edebiyatçı / Stratejist