ÇANKIRI SEVDALISI, YÂREN KÜLTÜRÜ YAŞATICISI, DÜŞÜNCE İNSANI: ORHAN ÖZKAN
Aklım erdi ereli tanıdığım, hayatına tanıklık ettiğim ağabeyimle röportaj onun içinde benim içinde değişik bir heyecan oldu. Biz ailece, sülalece din, kültür, yaran hakkında kendimiz ve başkalarının soru sormasına alışkındık. İlk defa kendisini anlatmak, kendisini sormak onu da şaşırttı, ben de şaşırdım sanki bildiğim şeyleri soruyormuş gibi oldum. Bizim için değişik duygular hissettiren bu sohbeti aktarmama vesile olan ağabeyim Orhan Özkan’a, en büyük yardımcısı vefakâr yengem Nesrin Özkan’a teşekkür ediyor, sağlıklı günler diliyorum. (Mülâkatı Yapan: Serpil ÖZKAN)

Mülâkat Yapılan: ORHAN ÖZKAN
Anne adı: Hatice
Baba adı: Hasan
Doğum yeri: Çankırı / Yapraklı
Kardeşi: Bekir Özkan
Doğum yılı: 1954
Çankırı Yapraklı ilçesinde doğmuşum. Anam, yaylada doğduğumu söylerdi. Babam Hasan Özkan, Yapraklı Ayseki köyünden Sultan Abdülhamid’e uzun süre teravih namazını kıldıran Hacı Hasan Sarıkaya’ya medrese eğitimi alması için veriliyor. Burada hem ilim öğrenip hem de hizmette bulunmuş. Gençlik çağlarında annemİ, su doldururken görüyor beğeniyor, dünür düşüyorlar. Dedem Bekir Mastı, eğitmenlik yapmış, sonra da tahsildarlık yapmış. Dedemin tek eleştirilecek yeri kızlarını okutmamış, annem ile teyzemi…
Giyimine kuşamına çok dikkat eder, fötr şapkalı takım elbiseli gezerdi. Babam evlendikten sonra Alagöz köyünde cami imamlığı yapmış ve ben okula başlamadan Çankırı’ya taşınıp, esnaflığa başlıyor. Pirinççi Hafız lakabı bu yüzden. Kahveci Abdullah’ın evinde kiracı olarak oturduk. Hacı Visali Sarıkaya’nın evinin karşısındaki iki katlı evimiz alınınca çocukluğum ve gençliğim o mahallede geçti. Buğday Pazarı Camisi’nin olduğu sokaktaydı.

Yazları yaylaya giderdik, yayla kültürüne de hakimim. Yapraklı’da iki yayla vardır. Biri Büyük Yayla, diğeri Küçük Yayla‘dır (Teknekaya). Teknekaya, hanımların hamur yoğurduğu tekneye benzer bir kayadan su çıkar, yazın en sıcak günlerde bile insanın elini dondurur. Yayla evleri toprak içine oyulmuş, altına tahta kalaslar yerleştirmiş o kalasların üzerine de tahta üstüne de yatak konup yatılır, tahtaboş denir. Büyük kaplarda sütler orada durur. Her evin en az 20-30 koyunu, iki ineği olur. Çoban, sürüyü sabah namazından sonra otlak olan yerlere götürür. İnekler akşam yaylaya gelir, sağılır. Davarları öğleye kadar güderler, davarlar gelmez, davar yatağa denir. Hanımlar orada çobanın izniyle sütlerini sağarlar. 18 kiloluk yağ tenekelerine sap yapılır, urgan takılıp sırtına alıp yürüyerek yaylaya getirirlerdi.
Birkaç ev birleşir, imece (korak) denir. Çamlardan kesilen çubukla işaret yaparlardı, sütleri birleştirip peynir yaparlardı. Süt kaynatılır, şirdenden yapılmış maya ile peynir yapılır, sonra peynirler ovalanır, bez torbalara konur, üstüne taş konur iyice suyu akıtılır, sonra da topak yapılır. İçi sırçalı küpeciklere basılır. Sert basarsan dibi patlar, gevşek basarsan küflenir. Sonbahara kadar karanlık yerde bekletilir. Kadınlar yiyeceklerini buzdolabı yok, kilerlerde saklar, kullanacakları kadar peynir, kıyma gibi yiyecekleri tel dolabına koyarlardı.

Atatürk Kurtuluş İlkokulu’nda okula başladım. Öğretmenim Sevim Doğanay‘dı (Evirgen). Çocukluğumdan beri kiloluyum. Yaramaz bir çocuk değildim. Arkadaşlarım Necmi Şahin, Atakan Altıparmak, Abdurrahman, Muzaffer Gülburun, Süreyya Elmalı‘ydı.
Komşuluk ilişkilerimiz çok iyiydi; evlere teklifsizce gidilirdi. Mahallede İbrahim Ekim, Salih Seküllü ağabeylerimiz vardı. Çocukluğumdaki Ramazanları hiç unutamam. Şimdilerde teknolojinin verdiği imkânla medyada, dışarda çeşitli Ramazan etkinlikleri yapılıyor. Biz küçükken mahallede akşam ezanına yakın çeşitli oyunlar oynardık. Birkaç kat kâğıda sarılmış yan yana ateşle peş peşe ses çıkaran trakka atardık. Ya da tellerin ucunu kıvırır, iki kıvrık arasına mantar sıkıştırır onu yukarıya doğru atıp patlatırdık. Top atıldığında da herkes elindeki yiyecekle (şeker, lokum, su) orucunu açar, evlerine koşardı. Gece de davulcunun peşinden bizde hayli yürür; onun Ramazan manilerini dinlerdik. Her davulcu mani bilmezdi. Evimizin önüne gelince annemin hazırladığı sahur (temşüt, aslı temcit) ekmeğinden (oklaa ekmeği) ona da verirdik.

Ortaokulu Merkez Ortaokulu, liseyi Taş Bina’da okudum. Ortaokul ve lisede sarı şeritli şapka giyerdik. Bir gün eğri giymişim, rahmetli Mehmet Abalı, “şapka giymeyi bilmiyon” diye tokat attı. Bi daha okula girerken hep kontrol ettim. Bir de bir huyu vardı. Sela verilince “Hadi Hafızın oğlu kim ölmüş caminin avlusuna git gel.” derdi. Öğrenir, falanca rahmetli olmuş derdim. Allah rahmet eylesin hadi dersine çalış derdi. Yine unutamadığım en yakın arkadaşım Atakan Altıparmak ve kardeşim Bekir ile yaşadığım bir olay vardır, onu anlatayım:

Eskiden kar çok yağardı. İplik Pazarı Camisi’nin önünden Ziraat Bankası’nın önüne kadar yol buz tutmuştu. Biz de üzerinde kayıyorduk. Önüme çıkan bir çocuğa çarpmamak için dengem bozuldu; tam olarak Ziraat Bankası’nın önünde sırt üstü yere düştüm ve kafamı yere vurdum. Ondan sonrası benim için bir muamma. Arkadaşım Atakan ve kardeşim Bekir’in anlattıklarına göre; beni devlet hastanesine rahmetli Mehmet İzmirlioğlu’yla birlikte götürmüşler. O zamanın devlet hastanesinin tek doktoru olan Mahmut Sayın hocamız elle muayene sonucu bayıldığımı beyan edip “Evine götürün ayılsın” demiş. Beni o vaziyette eve getirmişler. Tabii ki anamla babam çok korkup öldüğümü zannetmişler. Evimizin salonuna annem bir yatak sermiş; babam, Atakan ve kardeşimle birlikte sabah ezanına kadar başımı beklemişler. O gün kurban bayramının ilk günüydü. Babam, sabah namazına camiye gidip geldiğinde ben ayılmıştım. Evde büyük bir sevinç havası hakim oldu. Babam da “Hadi abdestlerinizi alın, bayram namazına gidelim” dedi. Aynı gün öğleye doğru sela verildi. Çankırı eşrafından Tütüncü Hafızın hanımının. Selayı yanlış anlayan eş, dost ve akrabalar Pirinççi Hafız’ın oğlu diye anlayıp bizim eve doluştular.

Üniversite imtihanına girdim. Ankara’ya gittim. Bizim zamanımızda puana göre okullara müracaat yapılırdı. Babamın Pirinç Pazarı’ndaki işyerinin karşısındaki Uğrak Lokantasında Şakir veya Nuri Usta; kim denk gelirse telefon ederdim, babamı çağırırlardı.

Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü Matematik Öğretmenliğine yazılayım dedim, olmaz dedi. Halamın oğlu rahmetli İsmail Özdemir’le Keçiören’de Sosyal Hizmetler Enstitüsü açılmış imtihana girdik. Test şeklindeydi dikkat ölçümü şeklindeydi. Sorular çok ilginçti.
Sık sık içki içer misin?
Sık sık esrar kullanır mısın?
Sık sık kabız olur musun?
Sık sık ishal olur musun? Gibi sorular. Ben dedim ki bunlara hiç kimse evet demez; herkes hayır der. Ben çoğuna evet yazdım. En önce beni çağırdılar. “Kurnaz davranmışsın gel burada oku.” dediler. Babamı aradım. “Ne hizmeti ben sevmem öyle şeyi” dedi. Baba, Hukuk Fakültesine sıra gelmedi, Eğitim Enstitüsüne hayır dedin; buraya hayır dedin; bir İlahiyat Fakültesi kaldı; puanım orayı tutuyor dedim. Oraya kayıt ol dedi ;kayıt oldum. O sene fakülte 5 seneye çıktı. Okul, bize doktor unvanı verdi, resmi gazetede yayınlandı; ama ben bunun maddi ve manevi getirisini hiçbir zaman kullanmadım.

Üniversitede öğrenciyken yaz tatillerinde Prof. Dr. Beyhan Karamağaralı ve Prof. Dr. Haluk Karamağaralı ile 7 – 8 öğrenci arkadaşla Bitlis ili Ahlat ilçesi Sanat Tarihi Kazı Heyeti faaliyetlerine katıldım. Selçuklu kümbetlerini (mezar), dünyaca meşhur Ahlat mezar taşlarını, Van Gölünde bulunan Akdamar Adası ve tarihi yapılarını yakından görüp, inceleme fırsatım oldu.
Biz okurken sağ sol olayları çok fazlaydı. Anadolu çocuğu olarak sağ kesimdeydik. Alparslan Türkeş’in doktrinini benimsedik. Bize, “Gençler okuyun, öğrenin, bilgi sahibi olun vatanınıza, milletinize yararlı olun.” derdi.

Okul yıllarında boş zamanlarımızda sohbet ederken kültürü kültürüme yakın, aile yapısı birbirimize benzeyen sınıf arkadaşım Nesrin Bazlamatçı ile anlaştık, evlenmeye karar verdik. Ailelerimizin de izniyle son sınıfta nişanlandık, okul bittikten sonra evlendik. Eşime Tosya’nın geleneklerine göre kına, şenlik yapıldı. Bana da İstasyon Caddesindeki Foto Aile’nin üstünde bulunan Çankırı Ülkü Ocaklarında başdonanma eğlencesi yapıldı. Ve şu mani ile güvey giydirildim.
“Güvey beye dolayalım bir emame sünnet
Sünneti icra edersen olursun ona ümmet
İşte güvey başına kondu koca bir devlet
Başı devletli yiğitler aşkına verelim Muhammed’e salavat
Resulullah emretti ay yere indi müminler inandı, münafıklar bu sihirdir dedi
İşte muhterem cemaat, dostlar, akrabalar, arkadaşlar güvey bey şimdi giyindi “
diye poşu bağlandı, dua edildi. Bu da benim Çankırı gelenekleri ve kültürüne olan merakımın başlangıç kıvılcımı oldu.

Gelin getirirken yolda İndağı mevkiinde mola verildi. Kapalı kıymalı ve ayran ikram edildi. Gelin arabası rahmetli dayım İzmir TRT Bölge Müdürü Ömer Mastı’nın (annemin amcasının oğlu) arabasıydı. Araba arızalandı. Bizi başka bir arabaya aldılar. Toplu halde Çankırı’ya devam ettik. Belediye nikâh salonunda nikâhımız oldu. Eşimin ve benim tek kardeşlerimiz bozulan arabanın başında bırakıldıkları için nikâha yetişemediler. Biz de o heyecanla bunu hiç fark etmedik. Hâlbuki kardeşim Bekir benim düğünüme çok özenmiş, nikâh şekerlerinin içine Ankara At Pazarı’ndan aldığı nazar boncuklarını koydurmuştu. Çankırı’da bir ilkti .

Çankırı’da damat yatsı namazına gider, şimdi sağdıç diyorlar; o zaman hoca denilen bir arkadaşıyla beraber. Damat eve gidemesin diye oyun maksatlı ayakkabısını çalmasınlar diye hocası ayakkabıyı iyi bir yere saklardı. Hatta mevlit olacak şimdi diye damadı kandırırlardı. Topluca camiden çıkınca Ziya Paşa’nın şu şiiri eşliğinde
”Akşam oldu pencereye aller (kırmızı perde) gerildi“, diye ellerinde fenerlerle damat evine kadar giderlerdi.
Yani, eskiden düğünlerin amacı eğlence ile maneviyatı harmanlamaktı. Sosyolojide geçen tam ataerkil bir aileydik.

Evleninceye kadar olan ailemizle bağımızı, evlendikten sonrada devam ettirdik. Bizden iki yıl sonra amcamızın kızı Serpil’le evlenen kardeşimle beraber her gün büyüklerimizin evine gittik. Gündüz hep beraber, gecede herkes kendi evine gittiği şeklinde bir düzenimiz vardı. Bazen çocuklar olduktan sonra zorlandığımız zaman anam “Koça boynuz yük olmaz.” der, bizi sustururdu. Hiç ayrılmadık. Hâlâ mekân olarak ayrı olsa da gönüllerimiz bir. Bu evliliğimizden Kızım Bilge ve oğlum Burak olmak üzere iki çocuğum oldu. Kızımdan iki kız torun, oğlumdan bir erkek torunum var. İlk torunum bu yıl üniversite sınavına girecek. Başarılı olmasına dua ediyorum. Torunlarımın vatana, millete, ailesine faydalı olması için eşimle beraber duacıyız.

Okulu bitirince 1978 te Çankırı Lisesi’ne tayin oldum İlk yılımda Bakanlık Müfettişleri genel teftişe geldi. Bir derse bizle müfettiş girer, dersimizi dinler, sonra bizi çağırır, eleştirisini yapardı. Öğretmenler odasında oturuyorum, çağırdılar müdür odasına girdim. Müdürün koltuğun önünde müfettiş, karşısında rahmetli kimya hocam Sevim Alpkaya, ayakta Perihan İlhan ablam / hocam vardı.
“Orhan Bey, gel bakalım.” dedi. “Sayın müfettişim, Perihan Hanım hocam’ dedim. Sevim Hocam da “Bende Perihan’ın hocasıyım.” dedi. “Allah Allah ne güzel üçünüz yan yana gelmişsiniz” dedi. Yüzümün akıyla teftişi atlattım.

Fikri Demirok, Mehmet Atıf Ateşoğlu, Mustafa Çakı, Hakkı Demirok, Hamdi Kansu, Perihan İlhan, Sevim Alpkaya, Eyüp Gönder, Erdoğan Hallaç, Nilgün Hallaç, Murat Karadut, Kemal Özcan Gökgöz, Sema Sevim, Hasene Kaleli Köseoğlu, Sezel Gülez, Mehmet Ali Küsmez, Mehmet Ölmez, Fahrettin Demirdöğen gibi değerli öğretmenlerle çalıştım.

Çankırı Lisesinde müdür başyardımcılığı, okul müdürlüğü akabinde kısa dönem askerlikten sonra Merkez İlköğretim Okuluna müdür olarak tayin oldum. İbrahim Ethem Yaman, Hasan Kayıkçı, Kadir Hastarla, Şaban Nuhoğlu ile idari kadro olarak çalıştık. İlkokul bölümünde de İbrahim İpek ve Mehmet Akgündüz ile birlikte görev yaptık.
Taş Bina. 1881 de yapılmış. Abdurrahman Paşa Kastamonu da vali, Ferhan Paşa Çankırı da mutasarrıf iken yapılmış. Müdür olduğum yıllarda bahçede su birikiyor, sucuları çağırdım bir bakın dedim. “Müdür Bey biz burayı biliyoruz açalım.“ dediler. Çankırı’nın rögarları Tatlı Çay’a akardı. Burası da oraya bağlıymış. Okulun rögarına girdim. Benim enimi de boyumu da ikiye katlar. Toprak kayması nedeniyle dolmuş. Orayı açtık. Belediyenin açtığı mazgallara verdik.
Taş Bina’daki Atatürk’ün Şapka İnkılabı sırasında Kastamonu’dan gelirken konakladığı odayı Atatürk Odası olarak düzenledik. Singer Halit’ten (Halit Emekli) aldığımız eşyalar vardı. En ilginci kapanınca çanta olan masa idi.
Nisan ve Mayıs aylarında millî bayramlara hazırlık olduğundan o zaman zarfında derslerden pek bir verim alınamıyordu. Gösterilere prova yapılırdı. Millî Eğitim’e teklif ettim. Her sene bir okul bu etkinliği düzenlesin diye. Kabul gördü, ilkini de biz üstlendik. Nesrin Altıparmak gösteri için kızları hazırladı. Osman Eruysal, Mustafa Kömürcü de lisede Çankırı türkülerinden gösteriler hazırladılar.

5 – 6 sene Merkez İlköğretim Okulundaki müdürlük görevimden sonra Milli Eğitim Müdürümüz Kamil Oktay ağabeyim makamına çağırdı ve “Artık Milli Eğitim Müdürlüğünde Şube Müdürü ve Halk Eğitim Başkanı olacaksın.” dedi. Özel okul, özel öğretim, spor faaliyetleri, millî bayram törenlerine ilgim çok fazlaydı. Halk Eğitim Başkanlığı bana şunu verdi. Her ilçenin, her köyün biçki, dikiş, nakış kursu dolayısıyla oraların tanınmış, sevilen, sayılan büyükleriyle sohbet etme fırsatı yakaladım. Ülkemizin çeşitli illerinde eğitim seminerlerine katılıp, o illerin az da olsa kültürlerini inceleyip öğrenme imkânım oldu.
Çerkeş’te rahmetli Emine Teyze festivalde kızlarımız Çankırı oyunlarıyla gösteri yaparken okumuş oldukları
“Ocak başı karıncalı
Çift çift görümceli
Benim gönlümde bir genceli
Ha kızım kınan kutlu olsun”
manisini
”Oğlum bu ilahiyi biz Hırızma’da, göbek taşında okuruz.” dedi.
Vali muavini Ruhi Peker’le birlikte gittiğimiz Kızılırmak’ta babamdan dolayı beni tanıyan Kara Fadik Teyze‘yle tanıştım. “Ne o Hafızın oğlu bu kim?” Dedi. “Vali muavini” dedim. “Ne işe yarar?” dedi. Kahvede yanımıza oturarak bizimle sohbet etti. Kahvenin önünde oturan Ahmet isimli birini göstererek “Bu adam düşünce bayılmış, öldü sanmışlar, kefenleyip mezara götürmüşler. Gömerken ayılmış. Ayıldıktan sonra bu durum için şu deyiş yazılmış:“
“Düttürü yavrum düttürü
Arpa unundan paklava
Kupkuru yavrum kupkuru
Yedik hıyar turşusu
Supsulu yavrum supsulu
Ölü diye gömdüler
Dipdiri yavrum dipdiri”
Ben bunu hemen kaydettim. Vali Bey “Ne yapıyorsun?” dedi. “Yazıyorum, sayın valim” dedim. Dinlediklerim ve yazdıklarım canlı kaynaklar. Ama gerçek, ama efsane. Amaç, ders çıkarmaktır.
Rahmetli öğretmen Sadık Çakırsipahi ile Ilgaz’da Yanığın Emine’nin köyüne gittik. Kurtuluş Savaşı sırasında kağnı ile cepheye top mermisi taşırken sırtındaki bebeğin örtüsünü nem kapmasın diye merminin üzerine örttüğünü hepimiz biliyoruz. Ama, bize neler anlattı neler. O zaman yanımıza Kültür’den bir kameraman istedim. Kabul görmedi. Kayda alamadık. Anlatılanlar ikimizin arasında sözlü olarak kaldı. Bu yüzden kardeşim Serpil’in bu röportajlarını çok önemsiyorum. Gelecek nesillere canlı kaynaklardan bilgiler; hem görüntülü hem de yazılı olarak kayıt altında bulunmaktadır.
1988 – 1989 yılları civarında Millî Eğitim’de görevdeyken okullara usta öğretici göndererek okullarda mahalli oyun ekipleri oluşturarak statta gösteri yapılmasına vesile oldum. Çankırı’daki Millî Eğitim, Kamil Oktay Bey zamanında zirvedeydi. Çankırı Lisesi’nde çalışırken Merkez İlköğretim Okulu’nda da öğrencilerim şehirlerarası katıldıkları folklor ve sportif faaliyetlere de elimden geldiğince ya katıldım ya da maddî, mânevî destek sağladım.

Hayatımda izi olan önemli bir öğrenci etkinliği de o zamanlar Suudi Arabistan ve Millî Eğitim Bakanlığımızın izinleriyle şubat tatilinde altısı öğretmen 42 kişi İmam Hatip Lisesi ve Endüstri Meslek Lisesi öğrencileriyle karayoluyla umreye gittik. Hatta, yolda kaza geçirdik. Öğretmen arkadaşım Ahmet Beyi kaybettik. Benim de kolum birkaç yerinden kırıldı.
Öğrenci iken (ilk ve orta) çeşitli müsamerelere ve oyunlara katıldım. O yıllardaki öğretmenlerimizin bu faaliyetlerdeki başarısı çoktu. Öğretmen olunca, örnek aldığım güzel bilgiler ve tavırların çok olduğunu söylemek isterim.

Çankırı Ticaret Lisesi’ne tayin olduktan sonra kültür hizmetlerine devam ettim. Kendi öğrencilerimden kızlardan kına ekibi, erkeklerden yârân ekibi oluşturdum. Çankırı Lisesinde, eğitim araçlarında gösteri yaptılar. Unutamadığım bir anımı paylaşayım:
Ticaret Lisesinde bir gün erken dersim bitti, çocuklara tembih ettim. “Salonda toplanın belki geç gelebilirim.” dedim. Okulun önüne geldim, yağmur yağıyor geç kalmıştım. Eti Bisküvilerinin arabası vardı. Kantine bisküvi, kraker getirirlerdi yağmur yağınca içeri kimse götürememiş. Benim yaran talebeler “Biz yârânız, Orhan Hoca bize yardımlaşmayı öğretti, biz taşırız.” demişler. Sıraya girip elden ele içeriye taşımışlar.
“Ya Orhan Hoca, teşekkür ederim.” dedi. Ben de “Hayırdır” dedim. “Ne mutlu öğrencilerinize çok iyi örnek olmuşsunuz.” diye anlatınca ben de çok mutlu oldum. Şimdi, her kademede talebelerime rastlıyorum, gurur duyuyorum.

Çankırı Ticaret Lisesinde görev yaparken emekli oldum. Boş olduğum zamanlarda ya okurum, araştırma yaparım (geleneklerle ilgili) ya da uzun süre yönetim kurulu başkanlığını yaptığım Öğretmenevi’ne giderim. Emekli veya hâlâ çalışan arkadaşlarımla sohbet ederim. Karatekin Üniversitesi’nde ya da dışarda okuyan ödev, tez hazırlayan öğrenci evlatlarımıza dilimiz döndüğünce yardım ederim. Halen bile, bir grup emekli arkadaşlarla hemen her gün Öğretmenevi bahçesinde sohbetler ederiz.
Çankırı’mızla ilgili konferans, panel, çalıştay, somut olmayan kültürel miras toplantıları da olmak üzere katılarak dilim döndüğünce konuştum. Hiç unutmam ses sanatçısı hemşerilerimizle TRT’nin Dış Yayınlar programında konuşurken İsviçre’den bir bayan öğrencim sesimden tanıyıp selam gönderdiğinde çok memnun olmuştum.
Şimdi düşünüyorum da belki kültüre, gelenek ve göreneklere ilgim aileden geliyor. Rahmetli anam Çankırı’nın âdet, gelenek ve göreneklerini uygulamaktan zevk alan bir kadındı. Benim ve kardeşimin düğünü sıralarında okuyucu âdeti kalktığı halde annem okuyucu harcını gelinlerinin evine göndererek bu âdeti devam ettirmişti. Kına ve şenliklerde özellikle Serpil’in şenliğinde yakın akrabalara bindallı giydirmeye özen gösterdi. Benim bir yıllık nişanlılık süresinde kurban bayramında koç süsleyip Tosya’ya götürdük.
Kandillerde helva yaptığı zaman işyerime, Pirinç Pazarı’na ve mahallemize dağıtırdı. 1978 yılında kızım doğdu. O yıllarda yeni doğan bebek erkek olursa helva yapılır, akraba ve komşulara ikram edilirdi. Anam kız çocuklarını çok severdi. Kız torununa da helva yaptı. Arkasından gelen üç erkek toruna olduğu gibi. Ayrıca beşik mevlidi, adım kesme töreni, diş bulguru geleneklerini uygularken bana ekin pazarından çok üveyik buğdayı aldırdığını hatırlıyorum.
1987 yılında biraderin ve benim oğlanların sünnet düğününü tam eski usul yaptırttı. Hem evlerimizde hem de Kısmet Sineması’nda yatak süslettirdi. Sabah kahvaltıyla başlayan sünnet düğünümüz ikram, mevlit bittikten sonra bayanlara öğleden sonra şenlik yapıldı. Gelinlerine kaftan giydirdi. Yakın akrabaların gençleri de bindallı giydi. O yıllarda bile bu gelenek unutulmaya yön tutmuştu. Hatta Serpil, “Siz yeni gelin misiniz de kaftan giydiniz?” diye sorduklarını anlattı.
Kendi düğünümde yapılan damat giydirmesini yeğenim Kürşad’a uyguladım.
“Evvela zikredelim Hazreti Settar’ı
Saniye zikredelim Hazreti Gaffar’ı
Güvey beye giydirelim bir çuha entari
Yiğitler aşkına, peygamber canına
Verelim Muhammed’e salavat” diye İstanbul Cemal Reşit Rey Gösteri Salonunda giydiğim yârân elbisesini giydirdim. Gelenler hayran kalıp çok beğendiler. Hocam, bunu nerdeyse unutmuştuk, dediler.
Gelinim Pınar, biraderin gelini Kübra, amcakızım Sibel’in kızları Kübra ve Eda’nın kınasında mani okuyarak kınalarını yaktırdım. Geleneğimizi sürdürdüm. Belki de çocuklarımızın çok erken yaşta kültürle yoğurulması, bizim bu gelenekleri uygulamamızı kolaylaştırdı.

Yeni evliyken uzun süre el öpme gezmelerine gittik. Anam da akrabaların gelinlerini hep çağırdı. Özel günlerde, davetlerde, ramazanlarda, benim yârân yemeklerimde hep takım yemeğini gelinlerinin de yardımıyla eksiksiz yaptı.
Okurken, çalışırken yazma çöreğini arkadaşlarımla beraber çokça yedik. Yaranımda yaptığı yazma çöreği çok beğenilmişti. Mantızda kok kömürü ateşinde pişirdiği kelle paça, bütün etin lezzetini başka hiçbir şeyde bulamıyorum. Yapraklı’daki bağımızdan gelen üzümle sirke ve pekmez yapar, sabahları biz okula giderken tahinle karıştırdığı pekmezi bize yedirirdi. Düğün ve bayramlarda yaptıkları baklavaları mahalledeki komşularınkiyle beraber Dört Kaşlı‘nın fırınına çokça götürdüğümüzü hatırlıyorum.
Bayram günlerinde, kandillerde ziyarete gelenleri hem sevindirirler hem de bayramdan sonra babamla yaşları küçükte olsa iadeyi ziyaret ederlerdi. Şimdide torunlarım soruyor. “Dede biz büyükleri ziyaret ediyoruz, niçin bize gelmiyorlar?” Böyle naif âdetlerimiz kaybolmaya başladı. Bayram ve kandil geleneğini biz iki kardeş, yine devam ettirmeye gayret ediyoruz.
Şöyle unutamadığım bir hatıram da vardır:
Yine bir kandil gecesinde Bekir, ailesiyle beraber benim evime geldiler. Anam ve babam bizde olduğu için. Küçükler büyüklerin elini öpüp harçlıklarını aldılar. Bu işi çok seven o zaman 5 – 6 yaşlarında olan yeğenim Oğuz bunu unutmadı. Ertesi gün gündüz vakti kapıyı çalıp eve geldi. Bizim ev birinci katta olduğu için gereksinimler için bizim eve gelirdi. Giderken de eşimin elini “Kandilin de mübarek olsun Nesrin Anne” deyip öpüp harçlık beklemişti. Hâlâ, hatırladıkça gülümseriz.

Çankırı’nın meşhur geleneği yârâna Hamdi Uslu, Şevket Barutçu zamanından beri misafir olarak katılmıştım. İlk yaranımızı Ahmet Gamzeli’yle kurduk. 35 yılı aşkındır yârândan hiç kopmadım. Yârânı temsilen televizyon programlarına katıldım.
Yârân odasına
“Kız anadan öğrenir sofra düzmeyi
Oğlan babadan öğrenir sohbet gezmeyi” diye astık.
Bu söze Dede Korkut’ta da rastlamak mümkün; yani o kadar eski bir gelenek. Ana özelliği çırağın kalfasından ve ustasından görerek, öğrenerek, uygulayarak, dinleyerek yetiştiği bir disiplin okulu. Esnaflar toplanır, merkezde 24 Oğuz boyu temsil ediliyor, diye bilinse de kaynaklarda böyle bir bilgi yok. Köylerde bu sayıyı bulmak zor. Bir köyde 40 delikanlı varsa 24 delikanlıyı alıp geriye kalana siz olmazsınız derseniz kırgınlık, üzgünlük olur. Kurallar belirlenir, küfür argo yok. Şu saatten sonra kahvehanelere girilmez, diye belirtilir, o saate kadar çay kahve içenleri başağa öder. Ağalık vermeyle olur.
Yârân hakkındaki en meşhur sorulardan biri şudur:
“Hocam bu yârân güzel de, niye kadın yok?” Sanki biz, kadına karşıyız. Bu hanım veya erkek meclisi değil, özelliği esnaf lonca teşkilatı. O tarihlerde kadın esnaf yok, kadını ayrı tutamazsın. Onlar yüzümüzün akı, onlar yemeklerimizi hazırlar, odaları serer. Anonim kültürlerde biraz esnek davranılabilir. Şöyle bir örnek vereyim: Ben yurttayken karnım acıktı, anamın gönderdiği küpecik peyniri var, çıkardım ekmekle yiyecektim. Hulusi Dayı diye bir hizmetlimiz vardı. “Ne yiyorsun?” dedi. “Buyur, beraber yiyelim” dedim. Küpecik peyniri bizim orada da yapılır. Bizde manda, kömüş, inek haddinden çok fazla hatta şöyle de denilir.
“İnek öldü hab (ölçü) kesildi.
Öküz öldü hep kesildi. “
Yani anonim kültür, bu sadece bize ait diyemezsiniz.
Yine gençliğimde ramazan gecelerinde teravihten sonra Sarı Alaman ve Kara Mustafa diye iki ağabeyimiz tepsilerin içinde ehli bilür (kurabiye) satarlardı. Şöyle bir tekerleme ile satıcı, “Ehli bilür” diye bağırır. Alıcı da
“Tadan bilür“ diye cevap verirdi.
Şimdi, bu sadece bizde var, diyemeyiz. Sahura yakın eve geldiğimizde her evde olduğu gibi bizim evde de oklaa ekmeği yapılmış olurdu. Hanımların mutfağında hamur teknesi, eğsiran (iyi sıyıran), oklağaç, bikleğeç, yaslağaç, kendirik, şipi, sac bulunur. Ama bunlar Anadolu’daki her evde bulunur. İsimleri değişik olsa bile.
Bizde âdet olan takım yemeği, tatar böreği, göveç, etli dolma, tavuklu pilav, baklava, bamya. Bu geleneğimiz. Yemekler bazen şartlara göre yine Çankırı’nın yemekleriyle değişiklik yapılabilir. Meselâ, tatar böreği, yayla çorbası ve tutmaç çorbası ile. Göveç bütün etle. Baklava hameyli veya yumurta tatlısı ile yer değiştirebilir. Bu âdettir. Âdetler değişebilir. Ama gelenekler, değiştirilemez.
Sıcak günlerde dondurmacı Göl Mehmet’ten yediğimiz dondurma hiç unutamadığım tatlardandır. Karlık’tan gelen karları dondurma teknesinin etrafına kor, saatlerce eliyle döndürmek için uğraşırdı. Pirinci bizden alırdı. En güzel pirinç olan akçeltik veya sarı kılçık alır, muhallebi yapardı. Dondurmayı üstüne koyar, çok güzel olurdu. Şimdilerde teknolojiyle daha hızlı şekilde yapılıyor. Yani âdet değişiyor, gelenek değil.
Mehmet Helvacıoğlu ağabeyimiz elindeki tahta kürekle koca kazanda tahini ve çöveni saatlerce çevirerek helva yapardı. Bizde seyrederdik. Makine devreye girince ustalar unutuluyor. Mesela Mustafa Çakı’nın babası Çakıcı Tevfik Usta. Demirciler arastasına etlik zamanı kelle paça ütülenmeye giderdi. Yanık kokusu Mühlüz Tepesi’ni kaplardı. Şimdilerde hazır temizlenmiş olarak alıyoruz. Gelenek devam ediyor, âdet değişti.
Kına, düğünlerde geleneksel müzikler değiştirilerek kültüre zarar veriliyor. Aynen bizde yârâna girerken peşrev çalardı (çuhadar veya çuhacı denir), şimdi Eldivan’ın Kirazı çalıyor. Bu, güzel diyorlar. Ben çirkin demiyorum ki. Ama peşrev değil. Aynen düğünlerdeki müziklerin Çankırı’ya ait olmadığı gibi. Güzellik ayrı, doğruluk ayrı. Burada kültür değişerek zarara uğruyor. İnsanların kültüre bakış açısı çok farklı. Kültürü değiştirmeye kimsenin hakkı ve haddi yoktur. Bu cümleyi de kurmaya hakkım olduğunu zannediyorum. Kırk yıllık birikimim, deneyimim bana bunu söyletiyor.
Biz de Yaren Kültürünü Yaşatma Derneği olarak yaranı tescil etmek için T.S.E ne gittik. Çankırı Yârânı diye tescil ediyoruz; ama 67 vilayetten de gelen olur, oranın da yaranı olur. Biz tescil ettirdik dernekte, bu özellikler kaybolmasın diye.
Osmanlı sinisinin üstünde yemek yenir. Abdullah Özler ağabeyim, Ahmet Özler ağabeyinin sinisini verdi. Ortaya gelen yemekler tahta kaşıkla yenir, odun fırınında cabada pişen sıcak güvecin sıcaklığını dengeler tahta kaşık. Oyunlar, eğlenceler, orta oyunları sık yapılır. Çoğunlukta olan Rum ve Ermeni esnafla rekabet olması için müşteri ile diyaloğu sağlamayı kolaylaştırır. Üründeki kaliteyi koruyup dille de satabilmek.
Derler ya:
“Dilim dilim dilim
Dilim dilim etti dilim”
Bazen dilin başa bela.
Şimdilerde tahta kaşık yerine metal kaşık da kullanılabiliyor. Âdet değişsin, gelenek değişmesin. Eskiden evlerde boy abdesti ihtiyacı için gömme dolap vardı. Yıkanmak için hamamlara, kıyafet temizlemek için çamaşırhaneye gidilirdi. Şimdi evlerde her ihtiyacı karşılayan banyo var. Gelenek yıkanmak ve temizlenmek, yeri ve âdeti değişti.
Eskiden yer sofrasında yiyorduk, şimdilerde masada. Bazen diyorlar ki:
“Hocam peygamberimiz yer sofrasında yerdi.” Ben de diyorum ki “Peygamberim uçağa binmedi, telefon kullanmadı, onları da kullanmayın.” Zamanın şartlarına göre âdetler değişebilir. Bizim hassasiyetle üzerinde durmamız gereken nokta geleneklerin değişmemesidir.

Yârân odasını hazırlarken vali Halil Ulusoy, Arif Astarlıoğlu arkadaşla bana “Hadi bakalım Yârâan Kültürünü Yaşatma Derneği, ne yapacaksınız?” dedi. Sayın valim ben camilerdeki kullanılmayan eşyaları almak istiyorum dedim, al dedi. Bende camilerdeki çürümeye yüz tutmuş depolardaki kökboyalı kilimleri topladım. Kızılırmak Güneykışla ve Kuzeykışla’da dokunan Türkmen (Kürt) kilimi de denir. Evlerden yorgan yüzü, bohça topladık yetmedi. O sırada Çankırı milletvekilimiz Hakkı Duran Bey bize Kültür Bakanlığından para çıkarttı. Tahir Kavukçu bindallı, kaftan, binlik, cepken modellerinden Çankırı’nın yerlilerinden toparladı, ödünç aldı, modelleri fotokopi çektik. Beraber Bursa’nın bir köyüne gittik. Teyzenin biri bize etek, yorgan yüzü, bohça yaptı. Elbisenizi de yaparım dedi. Alta giyilen zıvga, cepken yaparız dedi. Elde yaparsak 300 TL fabrikada olursa 75 lira dedi. 33 tane elde yaptırdık. Pazara girdik, eski yağlıkları aldık. Arif Astarlıoğlu‘yla Denizli – Buldan ilçesine gittim. El dokuması ipekli poşular yaptırdık, derneğe kazandırdık.

2000 yılında bir gün İstanbul Edebiyat Fakültesinden Doçent Süleyman Şenel Bey beni aradı. “Orhan Bey Cemal Reşit Rey de sizi hem ağırlayalım hem de yaran gösterisi yapalım.” dedi. Salona girdik. Kapılar belirli bir saatte otomatik kapanıyor. İçeriyi Çankırı Meclis Odası’nı süsler gibi kullandığımız bindallı işlemeli bohça, yorgan yüzü ve karyola örtülerini ibrişim ipliklerle sandalyelere tutturduk. Metin Gül saz, İsmail Durlanık tambur, Zekai Çakır darbuka çalıyordu. Metin Gül’ün ayağına misina bağlamışlar. Ben çekince susuyorlar. Benim minderin yanında ucu var, kaldırın dedim. Çavuş, görmez takılıp düşer. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden Doçent Doktor Süleyman Şenel sahneye çıkarak “Ladies and gentlemen” diyerek İngilizce ile konuşmaya başladı. Ondan sonra beni anons edecekler; ben ki öğretmenliğin verdiği rahatlıkla mikrofonda sıkılmadan konuşurum. O an bir heyecan aldı. Derken anons edildiğimde kürsüye yürüdüm. Salon karanlık, sadece kürsüye spot ışıklar verilmiş. Konuşmaya başladım. Işıkların parlaklığından önümü bile göremiyordum. Yârânı tarif edip açıklamaya başlayınca heyecanım geçti, konuşurken birden aklıma geldi. “Acaba, çok mu konuştum da misafirleri sıktım mı? diye. Gözlerimle bir şeyler arıyorum. Önümdeki sıraya tepeden dikkatlice baktım. Gözümde ışıklara alışmıştı. Önümdeki sırada rahmetli Mustafa Soydan ağabeyim (Numan’ın oğlu) ve belediye başkanımız Ahmet Bukan Beyleri gördüm. Dikkatli bakınca bana başparmaklarını kaldırarak elleriyle iyi – güzel oldu anlamında işaret yaptılar. Böylece çok rahatladım.
Yârân gösterisi başladı. Bütün aşamaları başarıyla sergiledik ve gösteri çok hoşlarına gitti.
İzmit’e, Kırıkkale’ye, Ankara’ya programlara gittik, televizyon programlarına çıktık. TRT-Belgesel‘de Günbegün, Ramazan Şenliği, Derin Kökler, Yol Arkadaşım, Gezelim Görelim ile özel kanallardan Aydın Havası, Sabahın Sedası, İki Kere Kiki, Pür Neşe, Telekritik programları, katıldığım programlardan şu an hatırladıklarımdır (Çoğunun görüntüleri, bende mevcuttur.).

Ankara Çankırılılar Vakfı, Kırıkkale, İzmit’te yapılan programlara da kız kına ekibimiz ve genç yârân ekibimiz ile açıklayıcı ya da sunucu olarak katıldım. Aynı ekiplerle güzel ilimizin ilçeleri Yapraklı, Ilgaz, Atkaracalar, Çerkeş, Kızılırmak ve o zamanlar ilçemiz olan Ovacık’ta çeşitli isimlerle anılan festivallere de katıldık. Derneğimizi ve geleneğimizi temsil ettik. Beğenilerek izlendik. Bundan gurur duydum. Yakın geçmişte de son olarak TRT Belgesel’in Sarayın Lezzetleri programına kardeşim Serpil’le beraber katıldık. Güzel temsil ettiğimize inanıyorum.

Bir gün yine bir telefon geldi. Ben avukat İbrahim Yayla, İzmir’de Çankırılılar Derneği Başkanı. Yanımda kim var, bak veriyorum dedi. Ağabey merhaba deyince hemen bildim bizim İbrahim Zencirci, Beş Mustafa’nın oğlu. “Ağabey yârân buraya gelip gösteri yapacak, rica ediyorum, sen giyin anlat.“ dedi. Sağ olsun, onun öngörüsü ile bu güzel geceyi yaptık.

Buradan giderken vali Vahdettin Özcan bana “Ben gidemeyeceğim istediğin bir şey var mı?” dedi. “Sayın valim fabrikalardaki tuz değirmeninden istiyorum.“ dedim. Ne kadar olursa gelenlere hediye verelim, dedim. Belediye Başkanı İrfan Dinç, öğrencimdi. Hocam istediğin bir şey var mı deyince Helvacıoğlu’ndan panayır helva, onu da küçük küçük kırdır, kutulara koydur dedim. Derhal dedi. Otobüse yerleştirdik. İzmir’e vardık. Oturuyorum, bir bayan geldi elimi yüzümü öptü. Orhan Amca beni tanıdın mı? dedi. Akkız Çalısı’nın oradaki zabıta göçmen Hasan’ın kızı Hatice’ymiş. Hoşbeş ettikten sonra, kızım bana 2 kız 2 erkek bul kıyafet giydirelim, kapıda dikilip getirdiğimiz hediyeleri tutsunlar dedim. Onları ayarlarken içeriye biri girdi.
“Merhaba beyefendi ben İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu” dedi. Ben de Yârân başağa Orhan Özkan dedim. “Bu dağıttınız ne?” diye sordu. Memleketimizin kaya tuzu ve panayır helvası dedim. Bu da sizin hemşeriniz dedi. Birde baktım ki İbrahim Ekim abi oradaymış. ”Sorma ben ne helva alabildim ne tuz” dedi. Oğlum Burak vardı, hemen ona el ettim. Oğlum bize tuzla helva getir, Güzin Ablama ver dedim, senin elinden alırlar sonra bulamam dedim. O gece hakkında çok şey konuşuldu. Hep olumlu dönüşler oldu. Özellikle de ikramlarımız çok beğenildi. Ben de çok mutlu oldum. Amaç kültürümüzü tanıtabilmek. Görüştüğümüz herkes, bu geleneği kaybetmeyin dedi.
Yârân Meclisi ile ilgili kitabımı hazırlarken belediye başkan yardımcısı Rahmetli Namık Kemal Eryılmaz “Ağabey bunu belediyenin kültür hizmeti olarak bastıralım.” dedi. Bir kitabımı da Hakkı Duran Beyefendi milletvekili iken Kültür Bakanlığı’na bastırttı. Bir diğer kitabımı da Ali Haydar Öner, Çankırı Valisi’yken valilik adına bastırdı ve kitabımı misafirlerine tuz değirmeni ve Irmak pirinci ile hediye etti. Son toparladıklarımı da eşim yazdı, yeğenim Oğuz dijitale geçirdi. Şimdiki belediye başkanımız Hakkı Esen Beyefendi’ye teslim ettim.

Köksal Toptan Beyefendi T.B.M.M. Başkanıyken ve belediye eski başkanımız Sayın Ahmet Bukan Beyefendi milletvekiliyken 2009 yılında T.B.M.M. Komisyonu tarafından Yârân Kültürünü Yaşatma Derneğimiz adına yönetim kurulunun izniyle benim hazırladığım Çankırı Gelenekleri ve Kültürümüz hakkındaki çalışmalarım ve araştırmalarım üstün hizmet ödülüne layık görüldü. 13 Temmuz 2009 pazartesi günü saat 14.00’te T.B.M.M. tören salonunda meclis başkanımızdan beratımızı ve altın madalyamızı aldık. Hâlâ derneğimizde iftiharla muhafaza ve teşhir edilmektedir.

Valiliğimizin, belediyemizin, garnizon komutanlığının ya da çeşitli resmî kuruluşların yurt içi ve yurt dışından gelen (Almanya, Azerbaycan, K.K.T.C.) misafirleri ağırlama mutluluğuna da eriştim. Alman eski başbakanı Shuder ve beraberindekiler, rahmetli Kıbrıs Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ve Kıbrıs Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, Azerbaycan ses sanatçısı Zeynep Hanlarova, başbakan Recep Tayyip Erdoğan, dışişleri bakanı Abdullah Gül, aile bakanı Fatma Şahin, kültür bakanı, pek çok vilayetten milletvekillerimiz, 4. Kolordu komutanımız ve beraberinde tüm ve tuğgeneral 8 paşayı ağırladık.

Ülkemizin çeşitli üniversitelerinden pek çok sayıda hocalarımızı (Profesör, doçent, öğretim görevlisi) ağırladık. Hem Çankırı’mızı hem de geleneklerimizi tanıtmaya çalıştık.
Kütahya Simav Yârân Çalıştayı‘na katıldığımızda, kültürümüzün benzer ve farklı yönlerini gözleme fırsatım oldu.
Belediye Eski Başkanımız İrfan Dinç, söz vermiş, Çankırılı TRT Türk Halk Müziği sanatçısı Neşe Dilekçioğlu’nun kınasını Sultan Abdulhamid Han zamanında yapılan esbaphanede (çamaşırhane) bizzat ben manisini okuyup, duasını ederek geleneğimize uygun gerçekleştirdim.
Vali Halil Ulusoy zamanında Yaran Kültürünü Yaşatma Derneğine tahsis edilen Yârân Evi, rahmetli valimiz Ali Haydar Öner’in ve 21. Dönem milletvekilimiz Hakkı Duran’ın katkılarıyla en yoğun dönemine ulaştı. Bundan sonraki gelen valiler, yârâna sıcak bakmadığından evin adını Çankırı Evi olarak değiştirip, derneğin elinden aldılar.
Benim rahatsızlandığım, hastanede yattığım dönemde Arif Başağa bize ait olan eşyaları toparlamış. Yârân odasının karşısında Mustafa Soydan’ın müzesi vardı. Tahtaya yakılan Yunus Emre’nin yazısı vardı. Kızılırmak’tan bulduğum gümüş gelin tacı, toparladığımız şamdanlar, tarihî bir kapı, eşyalar inşallah ehlinin elindedir.

Sarı Baba mezarlığında yatan son Çankırı Cemalettin Ferruh Mevlevihanesi postnişi Hasip Dede‘nin torunları Gürhan ve Osman Ersunan tarafından hediye edilen külahı ve neyi yeni yapılan Mevlevihane’ye alınmış. Çok sevindim. Bu değerli eserler kaybolmamalı.

Yârân arkadaşlarımla bağımız hiç kopmadı. Arif Astarlıoğlu, Ahmet Gamzeli ve tüm yârân arkadaşlarım, eski yeni belediye başkanları, memlekete, kültüre hizmet veren arkadaşlarımla, öğretmen meslektaşlarımla sohbetlerim devam ediyor.
10 yıl kadar önce kalp kapağım, damarım değişti. Onu atlattım. 6 yıl önce beyin kanaması geçirdim. Sol tarafıma felç geldi. Hâlâ tam olarak açılmadı. Yağışlı olmayan her gün bir tarafımda demir değnek, bir tarafımda etten değnekle (eşim) cadde cadde gezerek yürüyüş yapıyoruz. Allah’a çok şükür aklım başımda. Dilim dönüyor. Elimden geldiğince bu halimle davet edilen yerlere icabet etmeye gayret ediyorum.

Saygılarımla…
(15.05.2022)
13.10.2025
Serpil ÖZKAN
***
EDİTÖR’ÜN NOTU:
İlahiyatçı, Din ve Ahlâk Bilgisi Hocası, Düşünce İnsanı, Yâren Meclisleri’nin başağalarından Orhan ÖZKAN, Çankırı yöresinin önemli ve değerli kültür insanıdır. Değerli Orhan ÖZKAN Hocam; zengin Türk kültüründen yansıma Yâren Kültürü başta olmak üzere, kültürel değerlerimizle ilgili tanıtım – faaliyet ve yorumları Çankırılılar tarafından hep takdir görmüş, on binlerce öğrenci yetiştirmiş BİLGE aydındır.
Orhan Hocamla yaptığı bu güzel mülakattan dolayı, Serpil ÖZKAN Hanımefendiye, Çankırılılar ve aziz milletimiz adına teşekkür ederim. (A.K.)

Çankırılı Sadık SOFTA tarafından yazılıp Orhan ÖZKAN Hocama ithaf edilen yukarıdaki şiir, teknik yönden güzel olduğu gibi, içerik yönünden de oldukça etkili. İthaf edilen Orhan Hocama ve şuurlu bütün Yâren Ağalara yakışır bir şiir olmuş.
Kökü bin yıllar öncesine dayanan Yâren Meclislerimizi, Türk töresinden yansıma bu zengin kültürümüzü siyaset malzemesi yapmayan, geçici bir hevesle Yâren Ağa olmayan şuurlu, samimi, fedakâr ve ufuklu tüm Yâren Ağalarımızı yürekten selâmlarım. Tarih, hepsinden de şerefle bahsedecek. (A. KIYMAZ)
