Yazıya başlarken bir önceki yazımı hatırlatmakta yarar var. O yazıda çocuk istismarlarından söz etmiş ve ailenin koruma konusunda çok dikkatli olması gerektiği üzerinde durmuştum. Bu yazı ise çocukların özgür bırakılmasıyla ilgili. İki yazı arasında çelişki var diye düşünülebilir. Yazının tamamı okunduğunda hiçbir çelişki olmadığı anlaşılacaktır.
Pedagoji bilimi toplum tarafından önemsenmeye, esasları daha fazla benimsenmeye başladı. Eğitimli aileler, çocuk yetiştirirken bu bilimin dediklerine uymaya çalışıyorlar. Toplumda eğitim düzeyi yükseldikçe daha özgüvenli, hayata atılmaya hazır, başarılı çocuklarımız olacak.
Diğer yandan Türk toplumunun değerleri, gelenekleri, duygu dünyası, aile düzeni Batı toplumlarına göre büyük farklılıklar gösteriyor. Bizde aile bağları hem çok kuvvetli hem zaman zaman aşırı duygusal. Çocuklarımıza duyduğumuz sevgi, merhamet koruyuculukta abartıya yol açabiliyor. Bu durum onların özgüvensiz, yardımsız yaşayamayan, dayanıksız bireyler olmaları tehlikesini getiriyor.
Çocuk, yürümeye başladığı anda özgür olma mücadelesine girişir. Yemeğini döke saça da olsa kendi yemek ister. Yollarda elinden tutarak yürümek istersiniz, elini kurtarmaya çalışır. Tehlike yoksa elini bırakıp düşmesine, kendi kendine kalkmasına fırsat vermek yerinde olur.
Bu konuda Rahmetli Prof.Dr.Doğan Cüceloğlu, bir konferansında şöyle bir örnek vermişti: “Üç yaşlarındaki çocuğunuzla parka gittiğinizde elinden tutmanızı istemeyecek, özgürce yürümeye, koşmaya çabalayacaktır. O sırada bir ağacın ardına saklanın. Sizi göremeyince, endişelenecek, korkacak, ağlayacaktır. Bu durum onun özgür olurken aynı anda sizin koruyucu desteğinizi de arkasında istediğini göstermektedir. O size ‘Benim özgürlüklerimi kısıtlama; ama başım dertte olduğunda yardımıma koşacağından da emin olmalıyım.’ demektedir.”
Bu durum çocuklarımız hangi yaşa gelirlerse gelsin, biz sağ oldukça değişmez. Özgürlüklerini kısıtlamazken her an arkalarında olduğumuza inandırmalıyız onları. Babam son yıllarında evden çıkamaz durumdaydı. Başka şehirde olduğum için sık görüşemediğimiz gibi, bana bir yardımı da yoktu. Ama rahmetli olduğunda sırtımı dayadığım koca bir dağ yıkılmış, 45 yaşında dünyada yalnız ve çaresiz kalmışım gibi hissetmiştim.
Çocuklarımı yetiştirirken Cüceloğlu Hoca’nın sözlerini hep hatırladım. Kızılay’da oturuyorduk. Oğlum Altındağ’daki Anadolu lisesinin orta kısmına başlayacaktı. Olanaklarım olmasına rağmen servise yazdırmadım. Meşrutiyet caddesinden otobüse binerek gidiyor, otobüsle dönüyordu. Nasıl gidip geleceğini öğretmiş, ayrı ayrı hareket ederek gidip gelmiş, nelerle karşılaşabileceğini anlatmış, başaracağından emin olmuştum.
Bu arada şunu da belirtmeliyim: Bunu yapmak hiç de kolay değildi. Baba yüreği dayanmıyordu. Yağmurda ağır çantası altında çökmüş omuzları yürüyerek durağa giderken ardından bakıp kendime kızdığımı, içimin yandığını, bir defasında merhametten gözlerimin yaşardığını hatırlıyorum. Pes edip kolaya kaçmadım.
Birkaç ay sonra bu deneyimi yeterli görüp “Seni servise yazdırayım.” dediğimde istemedi, büyük deneyimler kazandığı düzeni sürdürdü. Bunun ve benzeri uygulamalarımın onun bugün onur duyduğum başarılarında büyük etkisi olduğu inancındayım.