CUMHURİYET BAYRAMI’NI KUTLARKEN…
Cumhuriyetin Şafağı: Ebedi Mücadelenin Zaferi
Yüzyılların Karanlığından Doğan Işık: Bir Milletin Dirilişi
Bin yıllık bir imparatorluğun küllerinden doğan bir ulusun efsanesi… Osmanlı’nın son nefeslerinde, 1918’in Mondros Mütarekesi ile vatan toprağı işgalcilerin botları altında ezilirken, bir milletin yüreğinde fırtınalar kopuyordu. Selanik’in ufuklarında doğan Mustafa Kemal, Samsun’un kıyılarında 19 Mayıs 1919’da bir kıvılcım çaktı: “Ya istiklal ya ölüm!” diye haykıran o ses, Anadolu’nun dağlarında, ovalarında yankılandı. Erzurum’dan Sivas’a, kongrelerin ateşinde yoğrulan irade, 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni doğurdu. Saltanatın gölgesinde, padişahın zincirlerinde boğulan bir halk, meclisin kürsüsünde ayağa kalktı. Yunan ordularını İzmir’in denize döktüğü 9 Eylül 1922 zaferi, Lozan’ın masasında 24 Temmuz 1923’te mühürlenirken, yeni bir çağın kapısı aralandı. Saltanatın kaldırıldığı 1 Kasım 1922’den sonra, millet egemenliğinin tahtı kuruluyordu.
Artık, bir ulusun kaderini tayin etme vakti gelmişti…
O muhteşem gece, 29 Ekim 1923… Ankara’nın soğuk salonlarında, TBMM’nin kubbesi altında, Mustafa Kemal Paşa’nın kalemiyle yazılan anayasa değişikliği, tarihin en parlak fermanıydı. “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyet’tir” sözleri, meclisin duvarlarında gök gürültüsü gibi patladı. O an, bir devletin doğuşuydu; zincirlerin kırılışı, taçların eriyişi, bir milletin taç giyişi. Mustafa Kemal, oybirliğiyle Cumhurbaşkanı seçildi. Sokaklarda fenerler yanmadı; yüreklerdeki ateşler aydınlattı geceyi. “Türk milletinin karakterine ve âdetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet’tir,” demişti Atatürk, zira bu, bir saltanat değil, bir halkın egemenliğiydi. “Milletin saltanat ve hakimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir.” Bu sözler, Osmanlı’nın sonbahar yaprakları gibi savrulan monarşisinin yerini, sonsuz bir bahara bırakıyordu.
Zaferin Kanatlarında Yükselen Bir Ulus: Reformların Fırtınası
Cumhuriyetin şafağından sonra, Anadolu bir atölyeye döndü; her taş, her harf, her yasa, bir devrimin tuvaliydi. 1924’te hilafetin kaldırılmasıyla dinin siyasetine zincir vuruldu; laiklik, bir kalkan gibi yükseldi. Harf devrimi ile Latin alfabesi, cehaletin surlarını yıktı; kadınlara seçme hakkı, eşitliğin ilk zaferiydi. Fabrikalar duman tüttü, okullar çoğaldı, demiryolları Anadolu’yu birleştirdi. “Cumhuriyet, düşüncesi hür, anlayışı hür, vicdanı hür nesiller ister.” buyurmuştu Atatürk, zira bu yeni düzen, kölelikten özgürlüğe, karanlıktan aydınlığa bir köprüydü. Köylü, efendi oldu; işçi, patronun gölgesinden kurtuldu. “Biz Türkler, ruhen demokrat doğmuş bir milletiz,” derken, o, bir ulusun damarlarında akan hürriyet kanını müjdeliyordu.
Ama bu zafer, bedelsiz değildi. Düşmanlar, içeriden ve dışarıdan, pusuda bekliyordu: “Dahili ve harici bedhahların” sinsi plânları, Cumhuriyet’in köklerini kemirmeye yeminliydi. İşte tam burada, Atatürk’ün kaleminden dökülen bir manifesto yükseldi: Gençliğe Hitabe. 20 Ekim 1927’de Nutuk’un kapanışında, o ebedî vasiyet gibi yankılandı:
“Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyet’ini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli, budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi seni en nâzik, en ciddî ve en vâbıla vaziyetlerde bırakacak ve seni en derin ıstıraplara düşürecek olan, muhakkak ki bu temelin sarsılmasına, yıkılmasına çalışacak olanlar olacaktır. Birinci vazife, bu hâilleri görüp, derhal baş ve göğsün üstünde bulunduğun mevkiin ve istikbalin gereklerini, tamamen gözeterek, davranışına hâkim olmaktır.
Ey Türk istikbalinin evlâdı! … Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!”
Bu hitabe, bir emir değil, bir feryat; bir uyarı değil, bir kılıçtı. Gençlik, bu sözlerle zırhlandı; Cumhuriyet’in bekçisi oldu. Düşmanlar ne kadar sinsiyse, o kadar kararlı: “Âtıl ve rehavetli bir uyuşukluk ve sersemlik vermek üzere seni zehirlemeye çalışacak olanlar vardır.” Ama hayır! O asil kan, zehri panzehire çevirecekti.
Ve her sabah, okulların avlusunda, milyonlarca ses birleşerek bir dua gibi yükseldi: Andımız. 1933’te kaleme alınan bu yemin, Cumhuriyet’in kalbiydi; bir neslin andı, bir ulusun yemini. Çocuklar, ellerini göğe kaldırarak haykırdı:
“Türk’üm, doğruyum, çalışkanım.
Yasam, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak,
Yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir.
Ülküm: yükselmek, ilerlemek, olmak.
Varlığım Türk varlığına bağlıdır.
Ne mutlu Türk’üm diyene!”
Bu sözler, bir çocuğun masumiyetiyle bir kahramanın iradesini harmanladı. “Varlığım Türk varlığına bağlıdır.” derken, birey ulusa, damla okyanusa karıştı. “Ne mutlu Türk’üm diyene!” diye bitirirken, Atatürk’ün Nutuk’taki o ünlü haykırışı, bir marş oldu. Andımız, Gençliğe Hitabe’nin yankısıydı; hitabe, Andımız’ın manifestosuydu. Birlikte, Cumhuriyet’in kalkanını örüyorlardı.
“Benim Naçiz Vücudum Elbet Bir Gün Toprak Olacaktır…”
Atatürk, 10 Kasım 1938’de ebediyete intikal ettiğinde, vasiyetini bıraktı: “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” O, bir faniydi; ama kurduğu eser, sonsuzdu. “İstikbal sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu devam ettirecek sizlersiniz.” Bu sözler, bir emanet değil, bir meşale idi. Cumhuriyet, savaş meydanlarından meclis salonlarına, okulların sıralarından fabrikaların tezgâhlarına uzanan bir destandı.
Bugün, 29 Ekim’lerin coşkusunda, o şafağı anarken, Gençliğe Hitabe’nin uyarısını kulaklarımızda, Andımız’ın yeminini yüreklerimizde taşıyalım. Düşmanlar hâlâ pusudadır; ama “muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”
Ey Türk ulusu! Cumhuriyet’in bekçileri olun; doğrulukla çalışın, yurdunuzu sevin, yükselmek için çabalayın. Zira bu, bir milletin ebedî zaferi; bir destanın sonsuz nakışıdır.
“Cumhuriyet’in 102. yılında, tarihin tozlu sayfalarından derlenen, bir anıt olarak kaleme alınan bu satırlar, umarım Türk milletinin aklını başına titreyerek kendine getirir. “
Cumhuriyetimizin kuruluşunun 102.yılı kutlu ve ebedi olsun..
28 Ekim 2025
M. Hüseyin OĞUZ

