Doğdu Karakolu…
Sadık SOFTA
İstiklal Yolu güzergâhı İnebolu-Kastamonu-Ilgaz-Çankırı-Kalecik-Ankara olarak gerçekleştirilmiştir. Bu yol zamanın şartları içerisinde en güvenilir yol olarak da anılmakta, tarihe böyle geçmektedir.
28 Kasım 1920’de İnebolu – Kastamonu – Çankırı-Ankara Yolu üzerinde ulaşımı düzenlemek üzere bir hat komutanlığı teşkil edildi. Tabur komutanlığı seviyesinde olan nokta komutanlıklarının; bölgede yapılacak ulaştırmayı kontrol ve çabuklaştırma, bölgeden geçen her türlü birlik ve personeli ile hayvanlarını yedirmek ve barındırmak, bölgedeki yolların tamiri, yolların emniyet ve irtibatını sağlamak gibi görevleri vardı.[1]
İstiklal Savaşı yıllarında Nokta komutanlıklarına bağlı olarak kurulan jandarma karakollarından birisi de Doğdu Karakolu idi. Bu karakol aynı zamanda barınak görevi de yapıyordu.
Bir tepenin üzerinde bulunan Doğdu Karakolu’nun kurulduğu yerde su bulunmaması nedeniyle (500 m. uzaktaki) bir kuyudan su taşınmakta ve bir gün bu su taşıma esnasında bir askerin şehit, bir askerin de gazi olması sebebiyle 1948 yılında tamamen yıkılmış, sonra bir kilometre daha Çankırı yönünde kaydırılarak yeniden yapılmış ve burası da 1973 yılında tamamen kapatılmıştır.[2]
Yer: Doğdu Karakolu, Tarih: 17.05.2014, Saat: 16.20
Güneş güneybatıya yönelmiş, sağ omuz başımdan sırtıma doğru sıcaklığını hissettirirken kıbleden soğuk soğuk esen rüzgâr suratımı okşayarak esiyor ve kulaklarımın üşümek üzere olduğunu hatırlatıyor. Sonra birden yön değiştiriyor, bu sefer de sol tarafımdan ama yine yüzüme karşı esmesine devam ediyor.
Metin Taş ve Hüseyin Yerli, aynı anda tepeye doğru bana sesleniyor:
“-Sadık çay hazır, çay.”
Metin’in ve Mesut’un kahkahaları yanımda gibi çınlıyor. Sonra konuşmaları ve kahkahalara karışırken Metin:
“-Yav!.. Şaban’ın da ne yapacağı belli olmuyor, onda bahane hazır…”
Sesleri yavaşlıyor. Rüzgâr yine doğu mu, kuzey doğu mu pek kestiremediğim yönden esmesine devam ediyor ve bulunduğum tepeyi habire sıvazlayıp duruyor.
Doğdu karakolu nefesini mi kesmiş, yoksa rüzgâra mı vermiş belli değil. Suskun, sakin ve garip… Çatısı dökülüyor, bir odasının üzerinden tamamen çökmüş. Binanın orasından burasından döküntüler bir pejmürdelik gösterirken insanı daha bir farklı duygular içine sürüklüyor. Bunun zıddına çatıda gözüken bacalardan ikisi dimdik ayakta duruyor ve adeta hayata meydan okuyor. Sadece bacalar da değil; Doğdu Karakolu’nun önünde, hemen giriş kapısının yanında uzanan kavak ağacı, göklere kaldırdığı başı ile tam da askerlik çağına gelmiş bir delikanlıyı hatırlatıyor. Hayat dolu, dinç ve gürbüz bir görüntüsü var; derler ya hani, çıta gibi delikanlı, o da dimdik ayakta…
Metin yeniden bağırıyor:
“-Sadık çay hazır, çayı içiyoruz.. Gel haydi!..”
Öfkelenmiş olmalı.
Yerimden kalkıyorum.
O anda bir hüthüt kuşu ötmeye başlıyor. Serçeler de acele ile bu sese iştirak etmeye özeniyorlar. Fakat Hüthüt sesini kesiyor…
Sessizlik!..
Kısa bir an…
Sonra birden arı sesleri…
Vızıltısı çok yakından, kulağımın dibinden geçiyor.
Ben çamların gölgesine oturalı ahenkli sesiyle cik cik, cik cik diye tempo tutturan ve aceleci, zevkli zevkli öten kuş da benim yürümemle hareketleniyor. Önce arkamda bıraktığım meşenin dallarında, sonra biraz daha uzağa, karakolun yakınındaki yüksek çam ağacının dallarında aceleci ötüşünü sürdürüyor ve nihayet susuyor.
Susmayan ve durmayan ise yalnızca tatlı tatlı esen rüzgâr…
Karakolun bahçesine geliyorum ve hazırlanan yer sofrasına oturuyorum. Metinle Hüseyin’in ortaklaşa hazırladıkları demli çaydan bir bardak alırken uyarılıyorum;
“-Çok demli, istersen biraz açık yap…”
“-Burası karakol, o kadar olacak…”
Gözlerde çok temiz ve samimi bir gülümseme.
Sonra sofrada olmamızdan kaynaklansa gerek, asker ocağında mutfak işleri ve yemek faslından dem vurmaya başlıyorlar. Örnekler, hatıralar biri diğerini kovalıyor.
Karakolun uzun suredir boş ve sessiz, garip, kimsesiz kalan bahçesi, sanki kendi kaderine razı olmuş ağaçların sakinliği, garipliği ile bütünleşmiş gibi. Bir ara hemen yanı başımızdan geçen yola kayıyor gözlerim. Bu yolların dili olsa da şöyle bir geriye dönüp tarihin sayfalarını çevirmeye başlasa gözlerimizin önüne ne acıklı manzaralar serilir?!…
İstiklal Yolu ile ilgili bir öğretmenin hatıralarını hatırlıyorum; “Öğretmen sırtını bir çam ağacına dayamış, düşünüyordu.
“Şimdiye dek yoksulluktan, sessizlikten başka bir şey görmedik. Yer yer insana ve doğanın sıcaklığına rastladık. Ama ne kadar tenha buralar. İnsanlar nerelere çekilip gitmişler? Neredeler? Yeni bir ulusal ordu için yeni bir düzen için nereden bulacağız insanları?”[3]
O insanlar bulunmuş; aslında onlar kayıp değillerdi; aslında onlar cephelerin bağrına demirden bir ağ gibi, etiyle, kemiğiyle, kanıyla ve canıyla yücelen bir dağ gibi durmaya gitmişlerdi. Onların geriye bıraktıkları da öküzüyle, eşeğiyle, atı, katırı ne varsa cephane taşımak için yalınayak, yoksulluk içinde yollara düşmüşlerdi. O zaman bu karakol bu yolculuğun damarlarından biri gibiydi.
Biraz önce yukarıda, çamların dibinde oturduğum yerde oturan bir askeri görür gibi oluyorum; çamın dibine oturmuş, kepini yanına koymuş, dizine yerleştirdiği kalın kâğıda, dili ile ıslattığı kısacık kalemi ile bir mektup yazıyor olmalı:
“Ey benim canı candan, canı gönülden çok sevdiğim babacığım…”
Sonra sırası ile gelen anne, büyük kardeş, ortanca kardeş, küçük kardeş. Büyüklü küçüklü peş peşe sıralanan kardeşler. Hal hatır sorma. Sonra kendisinden biraz bahsetme. Ama dikkat etmek lazım, öyle her şey yazılmaz bu satır aralarına. İyi yönleri bulacak, güzel şeyleri yazacaksınız. Keyifli anlarınızdan bahsedeceksiniz, çok iyi olduğunuzdan yazacaksınız mesela. Sonra komutandan, onun iyiliğinden, babacan bir adam olduğundan, hep onları gözetip koruduğundan, onun gözünden bile koruduğundan, herkese birer evlat gözüyle baktığından. Bir de arkadaşlar var tabi. Onların da birer arkadaş ve dostluktan da öte kardeş gibi davrandıklarından bahsedeceksiniz. Bununla da kalmayacaksınız tabi…
Eşinize de yazacaksınız. Ama bu aynı zarf içinde olsa da itina ile kıvrılmış ikinci bir kâğıda yazılmalı. O diğerlerine namahrem. Onlar ne yazıldığını okumamalı. Hatta sana ne yazmış diye de sorulmamalı. Mektup bitince itina ile kıvrılıp, zarfa konulduğu gibi, birde itina ile cebe yerleştirilmeli ki fazla kıvrılıp, buruşmasın. Bu kadarla biter mi?!..
Evinden, yuvasından; ana, baba ve kardeşlerden ayrı, en önemlisi de hayat arkadaşından, can yoldaşından ayrılığın verdiği hüzün çöker omuzlara. Dağ gibi duran delikanlı asker ağa, dağlar gibi başı dumanlı olur elbet. Bir efkar bastığında yüreğe söz geçer mi?!.. Dağlar başındaki sis gitmiş, şimdi o artık alev topuna dönmüştür, yanar yanabildiğince!.. Ve türkülerin hası dile gelir, dökülür yüreğinden:
“Almış garibanım destine felek
Çalar taştan taşa bikarar beni
Bana vacip oldu can verip ölmek
İflah etmez ahir bu derdkar beni
Gezdim şu cihanı vücudum haste
Mürg-i dil hayrette gönül şikeste
Dil verdim rahmi yok bir çeşmi meste
Ağlatır ruz u şeb zar ü zar beni
Emrah mey yerine nuş etti zehri
Tuttu ebr-i ahım mah-ı sipihri
Elin sitem sözü feleğin kahrı
Etti genç ömrümde ihtiyar beni”
İhtiyar değildir ama gönül de ferman dinlemez ve bu genç ömründe sanki ihtiyarlığı da yaşar. Dedik ya, gönül yorgunluğu işte!.. Karakoldakiler hepsi sanki tek bir kulak kesilmiş, onun rüzgâra karışarak dalga dalga yayılan sesini dinlemektedir. Kim bilir belki de o sesi karşı dağın tepesinden gözüken evden de dinleyen biri vardır elbet.
Ama sahiden var mıdır acaba?!..
Çünkü bu yol İstiklal Yoludur, erkekler o anda savaşta, analar bacılar belki de biraz sonra karakolun önüne gelecek olan kağnısının başında, yorgun mu yorgun, fakat dinç mi dinç!.. Öyle olmazsa olmaz. O kağnılar silah, mermi ve mühimmat doludur. Burası; Bacılar Ordusu’nun yoludur. Beyi ya da oğlu, damadı, yeğeni; bütün yakın akrabaları ve hatta bütün komşularından eli silah tutan, yaşı ne olursa olsun hepsi ama hepsi savaştadır. Onun götüreceği şu kağnı Sarı Kışla’ya belki de Sakarya’ya savaş alanına götüreceği bir candır. O, kahramanların olduğu kadar vatanın kaderini de belirleyecektir. Öyleyse: “Haydi bismillah” deyip dimdik ayakta durmak lazım ve:
Ya İstiklal!..
Ya Ölüm!…
Her an yolda olmak lazım. Her zaman vatan için can vermeye, ölmeye hazır olmak lazımdır.
[1] SOFTA, Sadık, Milli Mücadele, İstiklal Yolu ve Çankırı Hanları, Milli Mücadele İstiklal Yolu ve Çankırı, Çankırı Valiliği, V. Çankırı Kültürü Bilgi Şöleni Bildirileri, 21-23 Ekim 2010 Çankırı, s. 439
[2] ÇAM, İsmail, İstiklal Yolu ve Çankırı Güzergâhı, Milli Mücadele İstiklal Yolu ve Çankırı, Çankırı Valiliği, V. Çankırı Kültürü Bilgi Şöleni Bildirileri, 21-23 Ekim 2010 Çankırı, s. 379, 389
[3] KOZANOĞLU, Zeynel, Atatürk Çankırı’da, Soyer Yayıncılık, Ankara, 2007, s. 54