FINDIK
Havalar devamlı kapalı geçmeye başlamıştı. Güz günüydü. Mevsim soğukları esiyordu. Fakat pek fazla üşütmüyordu. Gökyüzü kapkara olduğu halde beklenen yağmur bir türlü yağmıyordu. Evin içi de dışındakinden soğuk duruyordu. Erken diye ne sobalar yanmış, ne de komşu apartmanların kaloriferli yakılmıştı.
Evimiz şehrin kenar mahallesinde, Acı Çay’ın kenarındaydı. Küçük bir mahalle; fakat, köy gibiydi. Bütün insanlar birbirini tanır, herkes birbirini sever sayardı. Mahallenin insanları birbirlerine o kadar yakın ve sıcak davranırlardı ki, mahallede çocukların bile yanlışları ve hataları olsa, baba ve annelerden çok komşular ilgilenirdi. Çocukların eti ve kemiği aynı zamanda komşularındı da.
Pencerenin önüne oturmuş dışarıyı seyrediyordum. Evimizin güney kesiminde boydan boya uzanan boş arsanın içinde bazı insanların gezindiğini gördüm. Bu insanların ne yaptığını merak ederek ilgilenmeye başladım. Birkaç adam ellerinde uzun metrelerle boş alanı ölçüp biçiyorlar, belirli aralıklarla kazıklar çakıyorlardı.
Akşam işten eve dönen babama sordum. Ne olduğunu o da bilmiyordu. Fakat, daha sonra komşulardan öğrendik. Mahallemizde okul yoktu ve okul yapılacakmış. Heyecanlanmıştım. Çünkü her akşam, biraz daha büyüdüğümde benim de okula gideceğimi babam söylüyordu.
Birkaç gün sonra kocaman, iri kepçeli bir traktör geldi. Kazıklarla çevrilmiş alanda kazı çalışmalarına başladı. Birkaç metre derinliğe ulaşmıştı. Sonra mevsim yağmurları birden bastırdı. Gece gündüz durmak bilmeden yağıyordu. Kâh hızlı, kâh serpiştiriyordu. Okul için açılan temel çukuru sularla doldu. Artık kış mevsiminden dolayı okul inşaatına devam edilemeyeceği ve bunun için çalışmaların yazın devam edileceği söyleniyordu. Bu da benim hiç hoşuma gitmemişti. Bir an önce okul yapılsın ve ben de yeni okulun yeni öğrencisi, hatta ilk öğrencisi olarak okula başlayayım istiyordum.
Kış boyunca yağan kar ve yağmurlar kazılan çukurun daha da büyük bir bölümünü doldurmaya devam ediyordu. Bu arada sert geçen havadan dolayı, beton atmış gibi buzlanmıştı. Karla kaplı günlerde bile, üzerinin karını süpürüyor, mahallenin bütün çocukları bu buzlu çukurda değişik oyunlar oynuyor ve kayınıyorduk.
Yine bir gün, akşamdan sabaha kadar yağan kar birikintisinin arasından buzu bulmuş üzerinde oynuyorduk. Makinist Mehmet Amca camdan bizi görmüş. Çıktı geldi. Öyle öfkeliydi ki, bağırıp çağırdıkça ödümüz koptu. Buzlar kırılırsa çukuru dolduran suların içine düşeceğimizi ve hepimizin de boğulup öleceğimizi söylüyordu. Hepimizi dağıttı. O gün henüz başlayan oyunumuz böylece sona erdi. Mahallenin tüm çocukları evlerine dağıldı.
Aynı gündü… Pencereden dışarısını seyrederek sıkıntımı azaltmaya çalışıyordum. Evimizin yanı başından akan Acı Çay’ın öbür tarafında çocuklar kızak kayıyorlardı. Tepenin meyilli, dik olduğu için kızaklar da çok hızlı gidiyordu. Bir müddet camdan onları seyrettim. Daha sonra ben de kızak kaymak istedim. Çay’ın öte tarafında kızak kaymayı hiç denememiştik. Aslında hiç mi hiç aklımıza gelmemişti.
Anneme baktım. Mutfaktaydı. Usulca çıktım. Ayakkabılarımı giyerek kömürlüğe geçtim. Kızağımı alarak dışarı fırladım. Evimizin hemen kenarından başlayan iğde ağaçlarının içine daldım. Kar, çok kalındı. Hele hele ağaç diplerine yaklaşıldığında bu kalınlık daha da artıyordu. Ağaçların arasında karlara dala bata Çay’ın kenarına kadar geldim. Yazın neredeyse suyu tükenen dere yatağı şimdi dopdolu, devrile devrile akıyordu. Geçilmesi mümkün değildi.
O sırada karşı kıyıda kızak kayan çocuklar da beni görmüşlerdi. Hepsi birden el sallayıp alkışlayarak beni yanlarına çağırıyorlardı. Fakat aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya gözlerimle taradığım halde Çay’dan geçilecek yeri bir türlü kestiremiyordum. Karşıya geçmekten vazgeçecektim ki, içlerinden ikisi karşı taraftan suyun kenarına kadar geldiler. Kızak kaymaya davet ediyorlardı. Bağırarak geçmenin mümkün olmadığını söyledim. Onlar da suyun kenarına aşağı takip edersem ileride buzların üzerinden yürüyerek geçebileceğimi söylediler. Onlar karşıdan ben bu taraftan beraberce dere kenarına aşağı yürümeye başladık. Zaman zaman yürümekte zorlanıyor, göğsümüze çıkan karlarla savaşarak ilerliyorduk. Nihayet geçebileceğimiz yere geldik.
“Karşıda henüz tanışamadığımız arkadaşlar, biraz sonra çok iyi anlaşabileceğim yeni dostluklar bekliyor!” diye düşünüyor ve heyecanlanıyordum.
Azgın suların çağlayan gibi uğultulu sesler çıkararak akışı insanı korkutuyordu. İki yaka birbirine epeyce uzaktı. Acı Çay, yer yer buzlanmış, ama tamamen buz tutmuş değildi.
Karşı kıyıda bekleyen çocukların bulunduğu yer benden biraz yüksekte olduğu için, onların yönlendirmesiyle, buzların üzerinden yürümeye başladım. Bir buz kalıbından diğerine geçiyor, sonra bunu bir başkası takip ediyordu. Her buz tabakasından geçişte derin bir nefes alıyor. Yenisine ulaştığımda çıkardığı çıtırtılı sesler yüreğimi ağzıma getiriyordu. Terlemiştim.
Çay’ın tam ortasında büyükçe bir buz tabakasının tam ortasında ilerlerken köpeğim Fındık yanımda belirdi. Bacaklarıma dolaşıyordu. Huysuzlanmıştı. Adeta benim daha ileri gitmememi istemiyor gibi bir hali vardı. Hâlbuki ben Çay’ın yarısına gelmiştim. Ayrıca, kararlıydım da. Mutlaka bu suyu geçecektim. İleri yürüdüm…
Ayağımı atmamla birlikte, üzerinde bulunduğum buz tabakası, tam benim olduğum yerden yavaş yavaş çökmeye başladı. Bir yandan da binlerce çıtırtı çıkarıyordu. Top top kar yığınları suyun üzerine düşüyor ve bunları hızla sular alıp götürüyordu. Bir ara gözlerim sulara kaydı. Sanki akmıyor, yerin üstüne fışkıran suyu, bir kuvvet yerin altına çekmeye çalışıyordu. Sanki büyük bir kazanın içinde fokur fokur kaynar gibiydi. Fakat bu seferki kaynayış sıcak olmak şöyle dursun, içinde tıkır tıkır buzlar çarpışıp duruyordu.
Kıpırdamadan bekliyordum. Bir ara sanki bütün sular baş yukarı akmaya başlamıştı. Bu arada altımdan sular hızla yükselmeye başlamıştı. Dizlerimi hızla geçen suyla birlikte buz tabakasının tamamen parçalanması bir oldu. Sıkıca tuttuğum kızağımla birlikte sulara gömüldük. Altımda kırılan buz parçacıklarının bir kısmı havaya fırlarken, bir kısmı da benimle birlikte sulara gömüldü. Sular çok soğuktu ve beni ne kadar çabalarsam çabalayayım dinlemiyor, alıp götürüyordu.
Bir ara Fındık’ın o yumuşak tüylerini hissetim. Sıkıca yapıştım. Akıllı Fındık, beni hızla suyun yüzüne çıkardı. Zaten boğulmak üzereydim. Bir daha da suyun derinliklerine dalmamı önledi. Fındık çok iyi bir yüzücüydü. Beni kenara doğru sürüklüyordu. İçime o anda güven gelmişti. İlk rastladığım ve bizi çekeceğini sandığım bir buz tabakasından sıkıca yapıştım. Önce Fındık’ı çıkardım. Fındık da bana yardım ediyor, bir an önce buz kalıbının üzerine çıkmama büyük çaba gösteriyordu. Elbisemin kol ve dirsek kısımlarından tutuyor, hızla yukarı çıkabilmem için var gücüyle çekiyordu. Ayakları tutmuyor, kayıyor; ama, o inatla direniyordu.
Bir ara elbisemin dirsek hizasından tekrar tuttu. Ayaklarını iyice germiş, büyük bir güçle beni çekerken, bende aniden buz kalıbının üzerine çıkıverdim. Bu arada Fındık, buz kalıbının kenarına gitmişti. Fındığın ağırlığını çekemeyince parçalanan buz kalıbının kenarından kırılan küçük buz parçasıyla beraber sulara gömüldü. Fındıkla birlikte batan buz parçası birden suyun yüzüne fırlayıp çıktı. Hâlbuki ben Fındık’ın fırlayıp çıkmasını bekliyordum. Ama Fındık bir türlü çıkmıyordu. Gözlerimden kendiliğinden yaşlar akmaya başlamıştı. Buzlu ve suların içinden ya da ileride karların arasından ıslak Fındık’ın çıkmasını öyle çok arzuluyordum ki… Gözlerim uzaklara takılmıştı. Fındık suların içinde sürükleniyorsa tahminen şimdi oralarda bir yerlerde olmalıydı. Fındık’ın karaltısını görmek bile bana yetecekti. Ama nafile. O anda sıkı ve güçlü bir el yakaladı. Sıkıca kucakladı. Yüzüne baktım. Gözleri yaşla dolu, babamdı. Evimize döndük. Bir daha Fındık’tan haber alamadık.
30.10.2025
Sadık SOFTA

