12 Mart, Mehmet Âkif ERSOY’un yazdığı İstiklâl Marşı’nın “millî marş” olarak kabul edilişinin yıldönümüdür. Bu sebeple, özellikle 12 Mart’ta hem İstiklâl Marşı’nı hem de Mehmet Âkif ERSOY’u daha büyük farkla idrak etmemiz gereklidir, inancındayım.
***
Mehmet Âkif”in ailesi, çocukluk ve gençlik yıllarının geçtiği çevreyi, şöyle özetlemek mümkündür:
Şair, yazar Sezai KARAKOÇ’un ifadesiyle Mehmet Âkif ERSOY;
Baba tarafından Rumelili (Batı Müslümanlığı)
Anne tarafından Buharalı (Doğu Müslümanlığı)
Kendisi ise Fatihli (Merkez Müslümanlığı)‘dir.
***
Millî şairimiz Âkif;
4,5 yaşında Emir Buharî Mektebi’ne başlar.
2 yıl sonra Fatih İptidaî’ye (İlkokul) gider. (Fatih Rüştiyesi)
Mülkiye’nin İdadî Bölümü’nde 3 yıl tedrisat yapar.
Maddî imkânsızlıktan dolayı Mülkiye’nin yatılı bölümü olan Baytar Mektebi’ne geçer. Bu okulu, 1893’de BİRİNCİ olarak bitirir.
Mezuniyetten 6 gün sonra ilk eseri, Servet-i Fünûn dergisinde yayımlanır.
***
Mehmet Âkif ERSOY, 24 Mart 1908’de İstanbul Üniversitesi’nde Edebiyat dersleri verir.
23 Temmuz 1908’’de Meşrutiyet ilan edilir. Âkif, o tarihte Baytariye Dairesi müdür muavinidir. Bu tarihten sonra şair olarak tanınmaya başlar ve şiirleri elden ele gezer.
Safahat’ın ilk kitabını 1911 tarihinde tamamlar. Hayatının sonuna kadar yazdığı tüm şiirlerini, ilk kitabının (Safahat) adıyla tek çatı altında toplar. Bu kitapların isimleri şöyledir:• Birinci Kitap Safahat, 1911 yılının Nisan ayında yayımlanır.• İkinci Kitap Süleymaniye Kürsüsünde,1912 yılının Eylül ayında yayımlanır.• Üçüncü Kitap Hakkın Sesleri, 1913 yılının Haziran ayında yayımlanır.• Dördüncü Kitap Fatih Kürsüsünde, 1914 yılında yayımlanır.• Beşinci Kitap Hatıralar, 1917 yılında yayımlanır.• Altıncı Kitap Asım, 1924 yılında yayımlanır.• Yedinci Kitap Gölgeler, 1933 yılında yayımlanır.
“Mehmet Âkif”in yaşadığı dönemin toplumsal, kültürel ve siyasal özellikleri” denince; aklımıza şu kavramlar ve dönem adları gelmektedir:
Hasta Adam Osmanlı – Balkan – Birinci Dünya Savaşı – Mondros Mütarekesi – Sevr Anlaşması, Anadolu’nun işgali..
***
MEHMET ÂKİF ERSOY’UN KİŞİLİĞİ:
Âkif, Devlet‘le Hükümet’i birbirine karıştırmamış; hükümetlerin gelip geçici olabileceğine, devletin ise ebed müddet yaşacağına inanmış aydın bir insandır. 1915 Mayıs’ında, muhalifi olduğu İttihat Terakki Partisi kendisine önemli bir görev verir; bu görevi Âkif, kabul eder. Çünkü, onun nazarında, önemli olan devletin ebed müddet yaşamasıdır.
İttihat Terakki muhalifi olmasına rağmen, İttihat Terakkiciler, özellikle devlet menfaati söz konusu olduğunda Âkif’e güvenebileceklerini unutmamışlardır. Bunu belgeleyen önemli bir anekdot şöyledir:
İttihat Terakki’nin önemli isimlerinden Kara Kemal, Mehmet Âkif’in de içinde bulunduğu bir fesat grubu, fesat şebekesi hakkında ihbar gelir. Kara Kemal, böyle bir ihbar karşısında; “Eğer içinde Âkif varsa, bu bir fesat şebekesi, fesat cemiyeti değildir.” diyerek Âkif’e olan güvenini ortaya koyar.• Mehmet Âkif, MANDACI değildir.• Halkıyla bütünleşen münevver bir insandır.• Mütevazı bir münevverdir. (İstiklal Marşı’nın okunması sırasında Meclis salonunu terk eder.)• Feraset ve akıl sahibi bir münevverdir. (Şair Edip ve Ömer Rıza Doğrul’a, Anadolu’ya geçmesinin doğru olacağı kanaatini söylemesi ve Anadolu’ya geçmesi.)• Dürüst ve samimi vatanperver bir münevverdir. (İttihat Terakki’ye giriş andını değiştirerek üye oluyor.)• Meşrutiyet’in ilanından 10 gün sonra İttihat Terakki Cemiyeti’ne üye olur. Lakin, üyelik andını değiştirerek üye olan tek kişidir.
“Cemiyetin bütün emirlerine kayıtsız şartsız itaat edeceğim.”
“Cemiyetin iyi ve doğru olan emirlerine kayıtsız şartsız itaat edeceğim.”
***
“Mehmet Âkif” sözü edildiği kimi zamanlarda, Âkif’le ATATÜRK arasında sorunların yaşandığından, Âkif’in CUMHURİYET KARŞITI olduğundan, hattâ, ATATÜRK’e ve Cumhuriyet inkılâplarına sıcak bakmadığı için Âkif’in Mısır’a kaçtığından ve bir daha da Türkiye’ye gelmediğinden bahsedilir. “Bu tür iftiralar, ihanet ve gafletten kaynaklanmıyorsa, cehalet ve vurdumduymazlığın bir yansımasıdır.” dememiz hiç de yanlış olmayacaktır.
Mehmet Âkif, dünyevî her türlü hırs ve arzulardan kendini kurtaramamış, düzeysiz ve menfaatperest siyasetçilerden, yaşadığı dönem içinde, hep nefret etmiş; “insan olma şuuru içinde yaşayan” mütefekkir bir insandı.
Her adımında, her konuşmasında, her tavrında Allah rızasını ve ahiret sorgusunu samimiyetle idrak eden fikir dünyası çok zengin bir münevverdi.
Yaşadığı dönemdeki siyasetçilerin tamamına yakınından daha çok siyasî bilgi ve güce sahip bulunmasına rağmen; böbürlenmeyen, kibirlenmeyen; müdür, vekil, bakan ve başbakan olma gayreti içinde en yakın arkadaşlarını satma gayreti içinde bulunmayan yüksek kişiliğe sahip mümtaz bir insandı.
Bu niteliklere sahip Mehmet Âkif, yakın dostu Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi ile, zaten sevmediği siyasetten 1 Nisan 1923 tarihinde büsbütün uzaklaşır. İstanbul Beylerbeyi’nde bir eve taşınır. Millî Mücadele ruhundan uzaklaşan, fitneci siyasetin içine gömülen siyasîlerin olumsuz davranışları karşısında olağanüstü derecede üzülür, kahrolur.
1925 yılında, Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine Mısır’a gider. Birilerinin ifade ettiği gibi, inkılâplara karşı olduğu için değil; MEHMET ÂKİF’İ VE ÂKİF GİBİLERİNİ KENDİLERİNE AYAK BAĞI OLARAK GÖREN, ÂKİFLERİN SİYASETTE ÖNDE OLMASINI KENDİ DÜNYEVÎ MENFAATLERİNE ENGEL OLARAK BİLEN DÖNEMİN BÜROKRAT VE SİYASÎLERİNİN TALİMATLARIYLA polis takibine maruz kaldığı içinAbbas Halim Paşa’nın davetini fırsat bilir ve Mısır’a gider.
Âkif, 1923 yılından, son dönüş yılı 1936’ya kadar defalarca Türkiye’ye gelir, Art niyetli veya cahil kimilerinin iddia ettiği gibi, ATATÜRK ve CUMHURİYET KARŞITI hiçbir faaliyet ve düşüncenin yanında veya arkasında bulunmaz.
ATATÜRK, Mehmet Âkif’i sever ve ona yüksek bir saygı gösterir. Âkif de, bu sevgi ve saygının bir nişanesi olarak ATATÜRK’ün ricası üzerine Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesine hem Türkiye’de hem Mısır’da yıllar boyu devam eder. 1936 Haziran ayında Türkiye’ye dönerken, yakın bulduğu İhsan Efendi adlı Yozgatlı bir arkadaşına Türkçe tercümeyi bırakır.
Mehmet Âkif, 1936 Haziran ayından sonra, hastalığından dolayı, bir daha Mısır’a dönemez; 27 Aralık 1936 tarihinde, saat 19.45’te vefat eder. Vefat haberi, kimseye verilmez. Bir tıp öğrencisi, tesadüfen Âkif’in vefat ettiğini öğrenir; fakülteye döner ve arkadaşlarına haber verir.
Mehmet Âkif, Asım’ın Nesli olarak gördüğü üniversiteli gençlerin omuzlarında Edirnekapı Şehitliği’ne taşınır ve aziz arkadaşları Ahmet Naim’le Süleyman Nazif’in mezarlarının arasına defnedilir.
***
Mütareke ve Millî Mücadele dönemlerinde Âkif; Balıkesir Zağnos Paşa Cami – Çankırı Büyük Camii – Kastamonu Nasrullah Camileri başta olmak üzere pek çok cami, köy konağı ve meydanda hitap ederek millete yüksek moral ve mücadele azmi aşılamıştır.
***
Mehmet Âkif ERSOY’un 1920 yılında Çankırı Büyük Camii’de yaptığı vaaz:
“Muhterem Müslümanlar, aziz Çankırılılar! Allah’a hamdü senalar olsun aylardan beri Cuma namazını kılmak fırsatını Çankırı’da buldum. İstanbul ve civarında kılamadım. Çünkü, o yörelerde kâfirlerin bayrağı dalgalanıyordu. O bayrağın altında kafirin kölesi idik. Müslümanlara Rabbül Âlemîn köleliği haram kılmıştır. Kölenin namazı kabul değildir. Hürriyetini kazanacak sonra camiye koşacaksınız. Kâfirin bayrağı altında halifelik de kuru bir sözden ibarettir. Halifelik, İslam bayrağı altında olur. Yoksa, halife de bir köledir. Allah’ın reddettiği bir haleftir. Öyleyse, Müslüman için evvela hürriyet, sonra ibadet.
Aziz Çankırılılar, kâfirlerin köleliğini kabul etmeyip hürriyet için cihadı açan Mustafa Kemal Paşa etrafında toplanınız ve ülkemizi yakıp yıkan, hamile kadınların karınlarını deşen, hiçbir günahı olmayan çocuklarımızı süngüleyip havada dolaştıran, kız ve kadınlarımızın namuslarına tecavüz eden Yunan ordusunu ve onları destekleyen kâfirleri kovmadıkça ve eli kolu bağlı yörelerimizde İslâm’ın bayrağını dalgalandırmadıkça sizlerin de ameli noksandır ve ibadeti makbul olamaz. Köleliği kaldıran ona cihat açan Kuvâyı Milliye ordusuna katılınız. Cennetin kapısı, daima şehitlere ve gazilere açıktır. Her iki cihanda da Allah’ın makbul kulları şehitler ve gâzilerdir.”
***
MUSTAFA SAGİR OLAYI:
Mehmet Âkif; veteriner hekimi, şair ve yazar olmakla birlikte, aynı zamanda Teşkilât-ı Mahsusa görevlisi bir münevverdir.
Dünyanın en önemli jeopolitik ve stratejik noktalarından birisi, belki de birincisi olan Anadolu üzerinde Türk milletinin hakim millet olarak varlığını istemeyen, bir an önce bu coğrafyanın kendi ellerine geçmesini amaçlayan, Anadolu’yu dünyanın diğer coğrafyalarında olduğu gibi sömürge durumuna getirmek isteyen Avrupa devletleri (Özellikle İngiltere), tarih boyunca her türlü desise ve entrikalarını bu coğrafya üzerinde gerçekleştirmekten geri durmamışlardır. Avrupa devletleri, her türlü fırsatı değerlendirerek son vatan toprağı Anadolu üzerinde yaşayan Türklerin parçalanması, esir edilmesi ya da sömürge millet hâline getirilmesi için birbirinden çok farklı yöntemler ortaya koymuşlardır. İşte, bu yöntemlerinden birisi de özel yetiştirilmiş casusları aracılığı ile milleti birbirine düşürmek ya da millet önderlerini, iyi plânlanmış bir suikast ile ortadan kaldırmaktır.
Bilindiği gibi, Türk milletinin yakın geçmişinde çok önemli bir yeri bulunan, bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin en büyük önderi ATATÜRK’tür. Milletin başında çok yönlü meziyetlere, derin deneyimlere ve yüksek bilgilere sahip böyle bir önderin başında bulunduğu mücadele hareketinin sonuçsuz kalmayacağını ve böyle bir mücadeleden Türk milletinin zaferi elde ederek çıkacağını tahmin eden İngiltere, daha önceden denediği yöntemlerinden birine başvurmayı plânlar.
Bu yöntem de Millî Mücadele’nin önderi Mustafa Kemal Paşa’yı (ATATÜRK’ü) bir suikastla öldürmektir. Bu plânın uygulayıcı olarak da küçük yaşlardan itibaren çok iyi yetiştirilen Hint kökenli Mustafa Sagir seçilir. Nihayet, Türkçe, Arapça, Hintçe ve İngilizce gibi pek çok dili anadili gibi konuşan, yüksek bilgilere ve deneyimlere sahip Mustafa Sagir, İstanbul’a gönderilir. Onun amacı; İstanbul’da kuracağı ilişkiler ve yapacağı faaliyetlerin sonunda Ankara’ya geçmek ve Mustafa Kemal Paşa’yla görüşmek, bir fırsatı değerlendirerek O’nu öldürmektir.
Mustafa Sagir, İstanbul’a gelmeden önce İngilizlerin menfaatleri doğrultusunda Afganistan’da da faaliyetler yürütmüştür. Hatta, Afganistan Emiri’nin öldürülmesinde İngiliz Miralay Nelson, Mustafa Sagir’le iş birliği içinde bulunmuştur.
İngilizler, Anadolu’daki Millî Mücadele’nin bitmesi için tek çarenin Mustafa Kemal Paşa’nın öldürülmesi olduğuna kanaat getirdiklerinde Hint kökenli Mustafa Sagir’e bu zor görevi verirler. Mustafa Sagir ise, ibadet vecdi içinde yapacağı bu görevini yerine getirmek için İstanbul’a geldiğinde kendini Hint Hilafet Komitesi’nin Fevkalâde Mümessili olarak tanıtır.
Mustafa Sagir, 28 Kasım 1920 tarihinde, Cuma günü İnebolu’ya gelir. Onu; İnebolu’da Kaymakam İsmail Hakkı Bey, Belediye Başkanı Hüseyin Kâşif Bey ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin önderleri karşılar. Mustafa Sagir, 31 Kasım 1920 tarihinde ise Kastamonu’ya geçer ve milletvekili Murat Bey’in evinde iki gece misafir edilir. Kastamonu Nasrullah Camii’nde İngilizler aleyhinde vaazlar verir. Mustafa Sagir, ortaya koyduğu davranış ve düşüncelerinde casus olduğunu belirten bir durum yansıtmasa da, o sırada Kastamonu’da bulunan Muhittin Paşa, şüphelenir. İngilizler, Araplar, Hintliler ve özellikle İngiliz gizli servisinin faaliyetlerini yakından gözlem eden, deneyimli ve bilinçli bir insan olan Muhittin Paşa, Mustafa Sagir’in casus olabileceği ihtimalinin üzerinde durur ve henüz Kastamonu’dan ayrılan Vali Cemal Bey’e bir mektup yazarak Mustafa Sagir’le ilgili bilgiler verir. Ankara Hükûmeti’nin durumdan haberdar edilmesini Cemal Paşa’dan ister. Muhtemelen Vali Cemal Paşa; Maliye Vekili Ferit Bey ve Dahiliye Vekili Adnan Bey’i konuyla ilgili olarak ikaz eder.
Sabiha GÖKÇEN, Mustafa Kemal Paşa (ATATÜRK) ile yaşadığı anılarından birinde Mustafa Sagir olayına, şu şekilde açıklık getirmektedir:
“Atatürk’e, ‘Mustafa Sagir olayı nedir?’ diye sorduğumda, O, tatlı tatlı sadece şu yanıtı verdi:
‘Bir casusluk olayı Gökçen… İngilizlerin özel olarak yetiştirdikleri bir Hintli… Sözüm ona Hint Hilafet Cemiyeti üyelerinden biri… Daha doğrusu bize öyle tanıtılmıştı. İngilizler, herkesi budala ya da kör yerine koyuyorlardı. Bu zavallı adamın maskesini düşürdüğümüz zaman buna en çok şaşan elbette ki İngilizler olmuştu. Olmuştu ama, Mustafa Sagir’in kendilerine hizmet ettiğini hiçbir zaman itiraf etmemişlerdi.” (Gökçen, 1982:324)
Mustafa Sagir’in suçu sabit görülür ve İstiklâl Mahkemesi’ne sevk edilir. Onu yargılayan mahkeme üyeleri ise; Kütahya Milletvekili Cevdet IZRAP, Elazığ Milletvekili Hüseyin, Cebelibereket Milletvekili İhsan ve Gaziantep Milletvekili Kılıç Ali Bey’dir. İstiklâl Mahkemesi’nin Mustafa Sagir hakkında verdiği karar, idamdır.
Mustafa Sagir’in İstiklâl Mahkemesi’nde verdiği beyanat ise şudur:
“ -Miralay Lawrens, Osmanlı İmparatorluğu’nu altınlarla yıkmıştı. İngilizler, beni de tabanca ile Millî Hükûmeti ortadan kaldırmaya memur etti. Maksadım, Mustafa Kemal’i vurmaktı. Bununla Türklerin İstiklâl Savaşı duracak, Millî Hükûmet yıkılacaktı.” (Ertürk, 1969:293-294)
Mustafa Sagir, idam edilmeden önce vasiyet niteliğinde bir mektup yazar ve bunun İngiliz Konsolosluğu’na verilmesini talep eder. Onun yazdığı mektuptaki ifadelerden bir pasaj şöyledir:
“İngiltere Hükûmeti’nden aldığım vazifeyi sadakatle yaptım. Mahkeme sırasında her şeye rağmen İngiltere Hükûmeti’ne ait hiçbir sır vermedim. İngiltere ve Hindistan İmparatorluğu’na karşı olan sadakatim son dakikaya kadar devam etti. Okuldaki kardeşimi İngiltere Hükûmeti’nin himaye ve şefkatine bırakıyorum.” (Özkan, 1997:95)
Atatürk’ü öldürmek amacıyla görevlendirilen Mustafa Sagir’in İngiliz casusu olduğunu belgeleyen kişi Mehmet Âkif ERSOY’dur. Çünkü, Mehmet Âkif’in şairliği, edebiyatçılığı, düşünce adamlığı, milletvekilliği gibi niteliklerinin yanında önemli bir niteliği de bulunmaktadır. O da Mehmet Âkif’in Teşkilat-ı Mahsusa’nın en güvenilir elemanlarından biri olmasıdır.
Casus olduğu şüphesi üzerine Mustafa Sagir, Mehmet Akif’in ikamet ettiği Tacettin Dergâhı olarak bilinen evin bir katına yerleştirilir. Böylece, Mehmet Âkif, Mustafa Sagir’in faaliyetlerini daha yakından takip etmiş olur. Mehmet Âkif, Mustafa Sagir adına İstanbul’dan, hatta Mısır’dan gelen büyükçe zarflardan şüphelenir ve zarfların içini açtığında birkaç cümlelik boş kâğıtları görür. Bu kâğıtlar, kimyagerler tarafından tahlil edildiğinde Mustafa Sagir’in İngilizlerle iş birliği içinde bulunduğu ve casus olduğu belgelenir. Ve idam edilir.
***
İstiklâl Marşı’nın kabul edilmesiyle ilgili süreç:• Erkân-ı Harp Riyaseti tarafından yarışma talebinin Millî Eğitim Bakanlığı’na Kasım 1920’de verilmesi.• Yarışmanın duyurusu ve 728 şiirin değerlendirmeye alınması.• İlk 6 şiirin tespit edilmesi.• Âkif’e şiir yazma talebinin götürülmesi.• Akif’in İstiklal Marşı’nı yazması. İlk defa 17 Şubat 1921’de bir gazetede şiirin yayımlanması.• 12 Mart 1921’de Âkif’in yazdığı şiirin Meclis tarafından resmen millî marş olarak kabul edilmesi.• Verilen ödülün, Âkif tarafından kabul edilmemesi.
***
İstiklâl Marşı:
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim, milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim, milletimindir ancak.
Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’nı 1921 yılının ilk aylarında yazmıştır. (İlk yayımlanma: Açıksöz gazetesi, 21 Şubat 1921) Tarih kitaplarından öğrenmekteyiz ki, o günler her türlü yoksulluk ve imkânsızlıklar içinde milletimizin var olma mücadelesinin verildiği günlerdir. 1918’de Mondros Mütarekesi ve nihayet 1920’deki Sevr Anlaşması ile Türk yurdu parçalanmış ve düşmanlar tarafından işgal edilmişti.
Atatürk ve arkadaşları olağanüstü bir gayret ve azimle Anadolu’da yeniden birlik ve bütünlüğü sağlamış; Sivas ve Erzurum’da kongreler yapılmış ve 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılarak Kuvayı Milliye hareketi oluşturulmuştu.
Yunanlılar Sivrihisar’a kadar gelmiş; Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’nin Kayseri’ye taşınması tartışmaları yapılıyordu. Ordumuzun elindeki silâh yetersiz; millet ise yoksuldu.
Böyle bir tablo içinde Mehmet Akif ERSOY, milletine cesaret vermekte ve “Korkma” demektedir. Onun temel inancı, Anadolu’da tek bir ocak, tek bir aile bile yaşasa, vatan düşmana teslim edilmeyecektir. Ve Âkif; bayrağımıza, bayrağımızdaki yıldıza seslenmekte; bayrağımızdaki yıldızı milletimizin güzel talihi, şansı olarak görmekte, bu şansın ebediyen devam edeceğine yürekten inanmaktadır.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım
Yırtarım dağları, enginlere sığmaz, taşarım
Mehmet Âkif, milletimizin tarih boyunca özgürlük içinde yaşadığını, hiçbir zaman esareti ve köleliği kabul etmediğini ve etmeyeceğini çok iyi bilmektedir. Gerçek de öyledir. En az 3000 yıllık Türk tarihi göz önüne alındığında aziz milletimiz, 16’sı büyük devlet olmak üzere, 120 devlet kurmuş ve hiçbir zaman devletsiz yaşamamıştır. O günün koşullarında tek bağımsız Türk devleti, hatta tek bağımsız İslam devleti Osmanlı yıkılsa da, yerine mutlaka yeni bir Türk devleti kurulacaktır. Âkif’teki mücadele azmi, bu temel düşünceden kaynaklanmaktadır.
Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanması yolunda gayretlerini esirgemeyen, halkla iç içe olarak onlara manevî destek veren, onları bilgilendiren pek çok aydının varlığı bilinmektedir. Bu aydınlardan biri de Mehmet Âkif ERSOY’dur. Mehmet Âkif, Millî Mücadele’nin büyük bir cihat olduğuna dair düşüncelerle, görüştüğü ve konuştuğu insanları ikna etmeyi başarır.
Mehmet Âkif ERSOY’un millete verdiği nutukları Kastamonu matbaasında basılarak Anadolu’nun bütün kasaba ve şehirlerine gönderilir. Çeşitli gazeteler, bu nutukları yayımlar. Millet, gerek cami kürsülerinde, gerekse gazete yazılarından Mehmet Âkif’in Millî Mücadele taraftarı düşüncelerinin kuvvetli etkisi altında bulunur.
***
“Âkif, nasıl bir münevverdir?” sorusunun cevabı, kanaatimce şöyledir:
“Aklı şaşmayan, nefsine uymayan, ‘Ben’ demeyen, ‘Biz’ diyen ve ‘Biz’ deme gayretini ölçü edinmiş, samimi vatanperver, âlim ve ârif bir münevver.”
***
İstiklâl Marşı’mızın “Millî Marş” olarak resmen kabul edilişinin 99. yıldönümü münasebetiyle millî şairimiz Mehmet Akif ERSOY ve ahirete intikal eden devlet ve millet önderlerimizin manevî huzurlarında saygıyla eğiliyor; her birini rahmet ve minnetle yâd ediyorum. Saygılarımla…
KAYNAKLAR:
Cemal KUTAY, Necid Çöllerinde Mehmet Âkif, [Yayına hazırlayan: Mustafa UNAN], (İstanbul, 1963)
Faruk Kadri TİMURTAŞ, Mehmet Âkif ve Cemiyetimiz, Akçağ Yayınları, (Ankara, 2006)
Hüsamettin ERTÜRK, İki Devrin Perde Arkası[Yazan: Samih Nafiz TANSU – Yayına Hazırlayan: Ramazan YAŞAR], İstanbul: Ararat Yayın Evi, Çınar Matbaası, Üçüncü Baskı (1969)
İnci ENGİNÜN, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Dergâh yayınları, (İstanbul,1983)
Kâzım KARABEKİR, Gizli Harp: İstihbarat, [Yayına Hazırlayan: Emrullah TEKİN,] (İstanbul, 1998)
Kurul; Mehmet Âkif Sempozyumu, Hacettepe Üniversitesi Yayınları ( Ankara,1976)
M. Ertuğrul DÜZDAĞ; Mehmet Âkif Hakkında Araştırmalar 1 – 2, M.Ü. İlahiyat Fak. Vakfı, Yaylacık Matbaası, (İstanbul, 1989)
Mehmet Âkif ERSOY, Hutbeler, Anadolu Yayın Evi, (İstanbul,1982)
Mehmet Âkif ERSOY, Safahat, İnkılâp ve Aka Kitap Evleri, (İstanbul,1977)
Mehmet KAPLAN, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 2, Dergâh yayınları, (İstanbul,1987)
Nurettin PEKER, 1918-1923 İstiklâl Savaşı’nın Vesika ve Resimleri – İnebolu ve Kastamonu Havalisi, (İstanbul, 1955)
Orhan OKAY, Mehmet Âkif (Bir Karakter Heykelinin Anatomisi), Akçağ Yayınları, (Ankara,2005)
Sabiha GÖKÇEN, Atatürk’ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti [Anıları Kaleme Alan: Oktay VEREL], Türk Hava Kurumu Yayınları, Nurettin Uycan Cilt ve Basım Sanayii A.Ş. (İstanbul, 1982)
Selim GÜNDÜZALP, Mehmet Âkif ERSOY (Hayatı ve Eserlerinden Seçmeler), Zafer Yayınları, (İstanbul,1982)
Tuncay ÖZKAN, Bir Gizli Servis’in Tarihi – MİT, (İstanbul, 1997)