ÖRSELENEN MİLLÎ AHLÂKIMIZ
Türk milletinin asırlardır tekamül eden millî ahlâkını korumak, bizi biz yapan ahlâkî değerlerimizden kopmamak, Türk devletinin ve Türk milletinin ortak meselesidir.
Sürekli birbirini suçlayarak, hakaret ederek, bu hassas durumda ötekileştirerek konuşmak yerine, halkın dertlerini dinlemek, akılcı, mantıklı, yapıcı ve yapılabilir vaatler de bulunulmalıdır.
Hayat pahalılığı, giderek artan işsizlik, yolsuzluk ve yoksulluk, haklının hakkını vermek yerine haklıyı haklama çabaları, kin, nefret, tehdit, hakaret söylemleri giderek bozulan eğitim sistemi bireyleri yarından endişe eder hale getirmiştir
Merhum H. Nihal Atsız‘ın anlatımıyla:
”Merhum Ziya Gökalp, Türklerin ahlâkta birinci olduğunu söylerken, millî bir övünme duygusuna kapılmış değildi. Çok tarih okumuş, millî maziyi öğrenmiş ve düşmanlarımızın bizim hakkımızda söylediklerini belledikten sonra bu hükmü vermişti.
Burada ahlâkın hangi sebepler ve tesir edici şeyler altında meydana geldiğini inceleyecek değiliz. Yalnız şu kadar söyleyeceğiz ki, ahlâkın meydana gelmesinde coğrafyanın tesiri yoktur. Bu sözümüzün en büyük delili de, aynı coğrafya alanında yaşamış olan eski Romalılarla yeni İtalyanların ahlâkça birbirinin hemen her alanda zıddı olmalarıdır.
Ahlâkın meydana gelmesinde en önemli sebep soydur. Bir toplumun ahlâkı, soyunun karışması ile değişebilir.
Türk ahlâkı en eski çağlardan beri toplumcudur. Yani Türklerde toplumun menfaati insanlarınkinden üstün tutulur. Bununla beraber kuvvetli şahsiyetler daima saygı görmüşler ve topluma faydalı olmuşlardır. Ferdiyete değer vermeyen Türk ahlâkı, şahsiyete saygı göstermiştir.
Milattan önceki yüzyıllarda Kunlar, çocuklarını, topluma faydalı olabilecek bir terbiye ile yetiştirirlerdi. Topluma faydası dokunamayacak kadar yaşlanmış olanlar ise intihar ederlerdi.
Askerî ruh, hayatın her yerinde hakimdi. Savaşta ölmekten gurur duyarlar, yatakta ölmekten korkarlardı. Bu ihtimalle benizleri sararırdı. İslamiyetten önceki Türklerde İslamlığın cenneti gibi bir vaad yoktu. Böyle olduğu halde, şeref saydıkları için, savaşta ölmek isterlerdi.
Bir milletin yükselmesi için birinci şart olan disiplinde eşleri yoktu. Meşhur Mete (=Motun), sadakatlarını denemek istediği askerlerine, sevgililerine ok atmayı emrettiği zaman, bu buyruğu hepsi yerine getirmişlerdi.
Doğru sözlü idiler. Kunların baş düşmanı olan Çinliler bile onların çok doğru sözlü olduklarını, o kadar ki, verdikleri sözün yeter olduğunu yazarlar.
Açık sözlü idiler. Dalkavukluğun ne olduğunu bilmezlerdi. Vicdanî kanaatlerini hiç çekinmeden söylerlerdi. Hükümdarlar da bu sözleri hiç kızmadan dinlerler ve doğru bulurlarsa uygularlardı. Milattan önce II:Yüzyıl”da Kun yabgusu Türkleri Çin medeniyetine sokmak istediği zaman, başvezir buna şiddetle karşı koymuş ve sözlerini hükümdara kabul ettirmişti. Miladın VIII. yüzyılında Bilge Kağan, Buda dinini kabul etmek istediği zaman, meşhur Bilge Tonyukuk kabul etmemiş, deliller sayarak hükümdarı caydırmıştı. Yine VIII. yüzyılda Bögü Kağan, Manihaizmi devlet dini olarak kabul etmek istediği zaman, tarkanlar, yani bakanlar, avam dini olarak gördükleri Manihaizmin kabulüne şiddetle karşı durmuşlardı. Her ne kadar Bögü Kağan tarkanları dinlemeyerek millete yeni dini kabul ettirmiş ise de, tarkanlar vicdanî kanaatlerinden dönmemişler, prensip sahibi olduklarını ispat etmişlerdi.
Mohaç meydan savaşından sonra, savaş alanını gezen Kanuni Sultan Süleyman’ın bir sorusuna bir sancak beğinin verdiği cevap da doğruluk ve açık sözlülüğün güzel bir örneğidir.
Türk beğleri dalkavukluğun ne olduğunu bilmedikleri,devşirmeler ise bunda pek usta oldukları için, II. Murad çağından sonra memleketin yüksek mevkilerine devşirmeler gelmeye başlamış ve millî ahlâkın bozulmasına sebep olmuşlardır.
Türkler, en eski çağlardan beri kımız, şarap ve rakı içerek sarhoş olurlar, fakat ciddiyetlerini, vakarlarını asla bozmazlardı. Ziya Paşa”nın XIX. Yüzyılda yazmış olduğu:
Bed-maye olan anlaşılır meclis-i meyde İşret, güher-i ademi temyize mihektir.
Beytini sanki hepsi biliyordu. Değil sarhoş olup cıvımak, sendelemek bile ayıptı.
Cengiz Han’ın oğlu Çağatay, bir gün, küçük kardeşi olup büyük kağanlık mevkiinde bulunan Ögedey ile birlikte çok içerek ciddiyete aykırı sayılabilecek bir harekette bulunmuş, ertesi gün Ögedey’e giderek bir gün önceki hareketinden dolayı kendisinin cezalandırılmasını istemişti.
Aksak Temür’ün de günlerce süren toylarda boyuna şarap içtiği olur, fakat ne neşeye kapılır, ne kimsenin gönlünü kırar, ne de devlet işlerinde aksaklık yapacak bir buyruk verirdi. Türklerin cinsi ahlakları da yüksekti. Yuva, aile ve evdeş muhterem sayılırdı. Evli bir kadına taarruzun cezası idamdı. Kadın hürdü. Kocası uzak yolculuğa gitmiş olsa bile eve gelen yabancı erkeği konuklardı. Kendisine saygı gözü ile bakıldığı için bundan bir kötülük de doğmazdı. Anadolu Yörüklerinde ve Türkmenlerinde, Türkistan’ın göçebelerinde bu âdet hâlâ vardır.
Eski Türklerin ahlâk ve âdetlerinin büyük bir kısmını aynen saklamış olan Türkistan Kazaklarının bazılarında şöyle bir âdet vardır: Bir genç erkek evlenmek istediği kızın çadırına üç gece gizlice girer. Kızla birlikte yatarlar, kızın babası ve anası bunu sezseler bile ses çıkarmazlar. Üç gecede erkek, kendisiyle evlenmesi için kızı razı edebilirse dördüncü günü babasına giderek kızı ister. Kandıramazsa çekilir, gider. Fakat bu üç gecede en ufak bir uygunsuzluk olmaz. Erkek ve kız, birbirlerine karşı hiçbir kötü düşünce beslemez. Bu da gösteriyor ki, Türkler hem ahlâklı, hem de iradeli bir millettir. Zaten bu ikisi, çok kere birlikte bulunur. Yaşayıp yükselmek, ahlâklı ve iradesi sağlam milletlerin hakkıdır.
Biz bu Türk ahlâkına tam olarak sahip bulunduğumuz zamanlarda yükseldik. Yabancıların ahlakını alarak bozulduğumuz zaman düşüp geriledik. Yükseldiğimiz zamanlar bu toprak, büyük millî davalar için kendilerini feda eden; yalan, iki yüzlülük bilmeyen, vicdanını satmayan insanlarla dolu idi. Niğbolu”da 60.000 Türk, birleşik Avrupa”yı yenerken; Yavuz, korkunç çölleri aşarken; Kanuni, boy ölçüşmek için Charles-Quint’in ordusunu ararken böyle yıkılmaz ruhlu bir topluma dayanıyordu.
Ahlâk, millet yapısının temelidir. O olmadan hiçbir şey olmaz.”
Hırsızların baş tacı edildiği, yalancıların aşırı toleransa tabi tutulduğu, hortumcuların, soyguncuların affedildiği, kadınlarımızın siyasi ve ticari meta haline getirildiği, din adına sayısız yalanın söylendiği, toplumun mana ile maddeleştirildiği, Türklüğe düşman sayısız akım ve inancın sokaklarda kol gezdiği, milli olmayan yaklaşımların toplumca kopyalandığı, batının teknolojisi yerine ahlaksızlığını örnek alan gençliğin fütursuz ve sorumsuz halleri, komşu esnafın ekmeğini çalmaya çalışan ticaret sahipleri, dinen haram ve günah olan hallerin dört yanda korkusuzca işlendiği bir toplum… millî ahlâktan da yoksunlaşmaya başlamış demektir.
Bakınız Gâzi Mustafa Kemal ATATÜRK ne diyor?
“Çok namuskâr olmalıdır! Şimdiye kadar işlenen hataların en büyüğü, müteşebbislerimizin, aydınlarımızın, özellikle âlimlerimizin en büyük günahı namuskâr olmamaktır. Milletin karşısında namuskâr olmak ve namuskârane hareket etmek lâzımdır. Milleti aldatmayacağız! Millete, daima ve daima gerçeği söyleyeceğiz. Belki hata ederiz, yanlış şeyleri gerçek zannederiz; fakat millet onu düzeltsin. Kendimizi kimsenin üstünde görmeye de hakkımız yoktur Efendiler!”
Millî ahlâkımızı korumak ve yeşertmek dileği ile esen kalınız.
M. Yavuz ELBİRLER
Em. Gn. Md.lüğü E. İsth. D. Bşk.