TEFRİKA, KANAYAN YARAMIZ
Tefrika, Arapça bir kelimedir. Farklı tercihlerin farklılıkların bir araya gelmemesi için yapılan ameliyedir. Şirin Türkçemizde “bölünme” olarak bilinir. Kavramın derinliği ve ihtiva ettiği içsel anlamı, milletimizi etkileyen boyutu ile ele alıp değerlendirmeye ihtiyaç vardır.
İstiklal şairimiz Âkif’in;
“Girmeden tefrika bir millete düşman giremez.
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.”
Bütün olarak, Türk tarihi ele alındığında, topyekun kayıplarımız, tefrika ile oluştuğunu optimal bir değerlendirme ile görebiliyoruz. Bu, siyasal ve millî bir bakış açısıyla ele alınması gereken meseledir. Tefrikanın (bölünmenin) ıstırabını yaşayarak, günümüze etkilerini görerek gelen onlarca ifade edeceğimiz, mahzun ve mağdur nesillerinin bakiyesi hükmündeyiz. Bu durumun böyle gitmemesi gerektiğini her vicdan sahibi kandaşımız ve karındaşımızın hassasiyetle gündeme taşıması ve siyasetin gündeminde başat bir duruma taşıması elzemdir. Çünkü atomize olmuş bir millet, artık kütle halinde olmanın gereği üzerine zihin yormalıdır, düşünce geliştirmelidir.
Bunun içinde, Türk milletinin kendine özgü düşünce sistemi oluşturmak zorundadır. Yani millî düşünce felsefemizin sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi mecralarda mütalaa edilmelidir. Birden “birliğe”, giden bir zemin üzerinde durmak gerekecektir.
Mevcut eğitim sistemi, “tevhid-i tedrisat” yani eğitimde birlik esasına göre tasarlanmış olmasına rağmen, “selektif” seçici, bölücü ayrıştırıcı bir anlayışın egemen olduğu bir yapıdadır. Adeta sirklere hayvan yetiştiren ve eğitimde “şartlı koşullandırma” denilen bir metotla nesiller yetiştirilmektedir. Akıl yürütme, analiz yapabilmekten mahrum. Sunulan müfredatın zayıf ve güçlü tarafını millî hassasiyetimiz ve üzerindeki etkisi, yaşadığımız coğrafyanın bizi hangi durumda yaşamamız gerektirdiği şartları göz ardı edilerek verilmektedir.
Yükseköğrenimde, sadece Batı’nın ortaya koyduğu ve kontrolü dışında bilimsel ve bilişsel hiçbir çalışmaya imkân vermemektedir. Akademik “titr” alabilmeniz, Batı ile akredite olmuş üniversitelerin birinde en az üç ay eğitim görerek, uygunluğunuza izin verilmesine bağlıdır.
Bu durum, egemenliğimizin de sorunudur.
Ayrıca, millî eğitime alternatif eğitim sistemi mevcudiyetini bütün hızıyla korumaktadır. Hem cemaatlerin kontrolünde eğitim yapılmaktadır, hem de diyanet kendi başına dinî eğitim adı altında eğitim yapmaktadır. Bir sorun da imam hatiplilerin sorunudur. Dinî terbiye ile yetiştirilmek istemek maksadı ile toplumda din hizmetlerini yürütecek elemanlar yetiştirilmek istenmesi, işi deve kuşuna çevirmişlerdir.
Bu husus, önemlidir. Din, sadece bir sınıfa ait bir husus değildir. Din, kişinin yaratıcı tarafından nasıl yaşaması gereği için yapması gereken emir ve yapmaması gereken yasakların manzumesidir. Ve her kişinin bizzat mesuliyetidir. Devlet, bunun eğitimini birine verip, diğerine vermemesi, ayrımcılık ve bölücülüktür. Faraza bir hekim, bir mühendis, bir öğretmen bir maliyecinin dinî eğitimini vermemek ne kadar adil ve ne kadar insanîdir. Yoksa bir “din sınıfı” vücuda gelir, bu meyanda, dine karşı bir yapının oluşmasını engelleyemeyiz. Bu hususlar bölmek, parçalamak, atomize etmek esasına göre tasarlanmış birer oyundur.
Buna paralel kontrolümüz dışında yabancı okulların “ajan okulları” gibi çalışıyor olması, ayrı bir kanayan yaradır. Üstün zekâlı çocuklarımız “selektif” (seçici) bir yaklaşımla, elimizden alınıp, karşımıza hasım olarak kendileri için birer asker haline getirilmektedir. Bunu görmek zorundayız.
Devlet imkânlarını kullanan bir zümre, devlete vergi vermeden birtakım muafiyetlerden istifade ederken, vergi yükü, “mükellef” olarak gördüğü dar gelirli vatandaşlarımıza tahvil edilmektedir. Burada da bir bölünme ayrıştırma, kayırılma mevcuttur.
Siyasette iktidara gelmiş siyasi partilerin; ülkeyi adaletle yönetmek üzere vatandaşların oyuna talip olmaktadırlar. İktidara gelirken sadece “yandaş” olarak gördüklerine imkân sunmaları da bölücülük ve ayırımcılık olarak görülmektedir.
Cinsiyet meselesinde de, kadın ve erkek ilişkilerinde içine düştüğümüz “ifrat-tefrit” durumu aile bütünlüğümüzü ve nesillerin yozlaşmasına varacak bir boyut kazanmıştır. Bu durum, başlı başına bir ayırımcılıktır.
Devlet, yeniden bir yapılanmayı beklemektedir. Türk devlet yapısı, dört temel esas üzerinde vücut bulmak zorundadır. Adalet, hakikat, meşveret ve liyakat esası devletin işleyişinde olmaz ise olmaz olmalıdır.
Devletin dini, adalet olmalıdır. Dili, meşveret olmalıdır. Tavrı, hakikat olmalıdır. İşbilenler de iş başında olmalıdır ki, iş bilmek liyakattir.
Eğitim kalıcı davranış edinmedir. Kişinin ilgisi ve becerisine göre toplumda sorumluluk alabileceği tarza dönülmelidir. Yani kişi yetenekleriyle doruğa çıkabilecek işlerle toplumun ihtiyaçlarına en verimli şekilde cevap verebilmelidir. İşe göre adam modeli de diyebileceğimiz bir yöntem tercih edilmelidir. Adama göre iş bizi bölünmelere verimsizleştirmeye ve geriye götürmektedir.
Sonuç olarak, tefrika gibi bir hastalığa duçar olmuş bir milletiz. Bu bir sosyal hastalık olarak bünyemizi sarmış, bizi kemirerek bitirmek durumundadır.
Türk milliyetçileri, en önemli görevleri arasında Türk birliği olduğu bir hakikattir. Oluşturacağımız her sosyal yapı, insanımızı kapsayıcı bir tutum içinde, adalet, sevgi, hoşgörü ile bağrına basmalı ve “milli felsefe” akımını birlik temelinde oluşturmalıdır. Zira, bu hızla tefrikanın ilk hedefi biz olmak durumunda olduğumuzu, milliyetçilerin siyasi bölünmüşlüğünden anlamak çok da zor değildir.
21. asrın “Türk asrı” olması da bütün Türklerin birliğine bağlıdır.
Nesim YALVARICI
Eğitimci / Badminton Millî Takım Antrenörü