TÖRESİZ TÜRK, YURTSUZ TÜRK
Giriş
Toprak, devlet, il, aile teşekkülü! Hep emek, sabır, gözyaşı, kanlı uğraş ve mücadele sonunda… İnsanlık tarihine dönüp baktığımızda… Hele hele Türkler için hiç kolay olmadı. Sonrası da!
Başka milletler gibi girdikleri coğrafya ve topraklara sömürü, kölelik, adaletsizlik getiren ikiyüzlü siyaset izlemediler, çantalarında gizli ajanda hiç taşımadılar. Himayelerindeki halkların dilleri, dinleri ve ticaretlerine hiç müdahale edilmedi. Savaş meydanlarında bedeli ağır, çetin uğraşlarla edilen kazanımlar, hep masa başında entrikalarla kaybedildi.
Örneğin Türk halkları parayı hiç bir zaman sevmedi. Ne gümüşünü ne altınını ne de kâğıdını! Paranın gücüne hiç inanmadı. Basit kâğıtların kervan, ticaret, su ve hava yollarını satın alacağına zinhar itimat ve itibar etmedi. Toprağı, aileleri, halkları, devletleri de… Kâğıtlar üzerinde dönen hinlik, şeytanlık ve bin bir türlü manevraları, çevrilen dümenleri algılamada zorlandı, kaale de almadı.
Günümüzde paranın rengi, huyu suyu da değişti. Kripto paralar, hisse senetleri, bonolar, yapay zekâ ve sanal ticaret! Kahramanlığı dillere destan ancak bir o kadar da saf ve gariban halka cuma hutbelerinde fitre zekat, sadaka konusunun hâlâ bir çinik arpa, buğday üzerinden izah edilmesi ne kadar vahim!
Türklerde boy, soylar arası iktidar, mezhep, toprak arazi savaşlarına geçmişten günümüze bir baktığımızda! Hep vardı liderlik, beylik mücadelesi… Devlet ve milletin ana çekirdeği ailelerde bile miras, bağ bahçeyle ilgili kavgalar, çekişmeler…
Kardeşler, boy soylar arası küskünlük, dargınlığın sona erdiği tek bir dönem vardı. O da akraba boylar arasında saygın, itibarlı asilzade ya da düşmanlara karşı kahramanlık gösteren bir komutan ya da bilge kişi öldüğü zaman cenazesi ve ölüm yıl döneminde bir araya gelmek, ağlaşıp yasını tutmak!.. Kanlı bıçaklı da olsa gelmeyen boy, soy beyleri ayıplanır, yadırganır ve halk arasından dışlanır. Hep birlikte ata baba, ananın, ervahının yası tutulur, aşı verilir. Başka halk ve soylardan baş sağlığa gelenler dahi gerçek dost, hısım akrabadan biri, kardeş kabul edilir.
Eski çağlardan bu yana kimi devletler, halklar, aileler, şirketler papucu pahalı gördüler, tek başına mutlu olmak yerine hep birlikte mutlu olmanın yollarını aradılar. Gücü, serveti paylaşmak… Yekvücut ortak karar ve iradeyi ortaya koymak! Aynı ırk, aynı soy, kan bağı, din ve kültür bağları onları bir araya getirdi. Dağınık parça parça oldukları takdirde güç, hâkimiyet ve otoritelerini kaybedeceklerini iyi biliyorlardı. Köklü bir aile ise arazi, arsa menkullerini yıllar geçtikçe -miras kaynaklı parçalamak yerine- aile şirketi çatısı altında zamanın teknolojisi, para ve enerjinin dönüşüm yollarını takip ederek servetlerine servet kattılar. Atalarının geçmişteki hata, yanılgılar, geleceği görememe ve çağa ayak uyduramama vd. bin türlü yanlışlarından ders çıkararak başarı, refah ve mutluluğun anahtarının nihai formülünü buldular. Birlik, beraberlik, dayanışma ve iş bölümü! Kırgızların ifadesiyle: “Birikkendi paygambar sıylayt!” (Birlik beraberlik içindeki halkı peygamber de takdir eder).
Masalda anlatıldığı üzere… Güvercin sürüsü bir avcının kurduğu ağ tuzağına yakalanır. Her biri çırpınıp tek başına kurtulmaya çalışır. Kanat çırptıkça, çabalayıp çırpındıkça yorgun bitap düşerler. Tam kaderlerine razı olacakken bir aksakal güvercin: Birey olarak her biriniz kanat çırpıp debelendikçe ağın sizi daha da sarıp sarmaladığının farkında değilsiniz. Nafile çabalar! Öncelikle içinizdeki “ben”i öldürüp “biz” i yaşatmalısınız. Sonra hep birlikte aynı anda kanat çırparak üzerinizdeki ağla havalanıp güvenli bir yere iniş yaparak ancak esaretten kurtulabilirsiniz.
Aksakal güvercini dinlerler, hep birlikte kanat çırparak havalanıp uygun yerde ağlarından kurtulup hürriyetlerine kavuşurlar.
Devletler, halklar, servet sahibi köklü aileler de öyle… Ne zaman ki kardeşler tek yürek, tek bilek oldular. Aç iken tok, çıplak iken giyinik, güçsüzken güçlü hale geldiler. Ne zaman ki aralarında ayrılık, gayrılık, husumet, kavga savaşlar oldu, kaşla göz arasında ellerindeki servetlerinden, güçlerinden oldular. Ağayken maraba, özgürken köle durumuna düştüler. Ayaklarına pranga, ellerine kelepçelerinin vurulduğunun farkına bile varamadılar.
Bu yazıda tarihten bugüne Türk devlet ve imparatorlukların kardeş savaşlarına kısaca değinilecek mezhep, din üzerinden aile kavgaları, Alevî Türk ve Sünnî Türklüğün kendi içyapısındaki sorunları çözerek bir masa etrafında toplanıp geleceğin Türkiye’sini inşa etme, Türk Dünyası ve dünya insanlığına katkıları üzerinde kimi düşünce ve öneriler üzerinde durulacaktır.
***
Kardeşler Savaşı
Büyük Hun Devleti, Mete Han (Motun) zamanında Himalayalar, Sibirya, Büyük Okyanus, Hazar Denizi ve Ural Dağlarına kadar geniş bir alana yayıldı. Avrupa Hun Devleti döneminde ise en geniş sınırlarına -yaklaşık 4 milyon kilometre kareye- ulaştı. 469 yılında tarih sahnesinden çekildiler.
İslam kaynaklarında “Heytal”, Bizans kaynaklarında “Eftalit”, Çin kaynaklarında “Ak Hiung-nu” ve Hint kaynaklarında “Sveta Hŭna” olarak geçen Ak Hun İmparatorluğu; Isık Göl çevresinde yaşayan bir halk iken batıya doğru ilerleyip Çin’in kuzeybatısındaki Gobi Çölü’nden Hazar Denizi kenarına kadar hâkimiyet kurdular. Afganistan’ın Kabil çevresindeki Kuşanları yenerek Hindistan içlerine kadar ilerlediler. 510 yılında İndus Vadisi ve Ganj Vadisi’ni aldılar. Altıncı yüz yılın ilk yarısından sonra yerli halk arasında kaybolup gittiler.
Hunlardan sonraki Türk devlet han, padişah ve imparatorlarına Mete Han’dan geriye unutulmaz özlü sözü, yazısız yasası miras kaldı: “Atımı, eyerimi isteyin vereyim. Eşimi, çocuklarımı isteyin vereyim. Ancak ülkemden bir karış toprak isteyin, vermem.”
Tarih, Türkleri sevdi, saydı ve baş tacı etti. Onlarsız zamanın seyrini değersiz ve yersiz buldu. Ordu, devlet teşkilatı, adalet, savaş, zulme başkaldırı, zalime karşı mazlumu savunma ve medeniyet!.. Dünya tarihi Türklersiz yazılamazdı. Her dönem, her asır ve her çağda altın sayfalarını da özenle Türklere ayırdı.
O halde tarih, yine üzerine düşeni yapmak zorundaydı. Türklersiz zaman yolculuğunu kabul edemez ve asla ona seyirci kalamazdı. Bumin Kağan’la Hunların ardından Orta ve İç Asya’da ilk “Türk” ve Türk adını resmi devlet adı olarak kullanan Göktürk Kağanlığını tarih sahnesine davet etti (M.S.552-745). “Aşina” adlı bir Hun boyuna mensup Göktürkler, etraflarındaki düşmanlarını teker teker mağlup ederek kutlu devletlerinin ihtişam ve zaferlerini bengü taşlara yazdılar. Sonraki kuşaklara yaptıkları hatalardan ders çıkarıp birlik dirlik, törelerini koruyarak var olmak, iri diri olmak adına…
“Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu kılınmış. İnsanoğlunun üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini töresini tutuvermiş, düzenleyivermiş. Dört taraf hep düşman imiş. Ordu sevk ederek dört taraftaki milleti hep almış, hep tabi kılmış. başlıya baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş. Doğuda Kadırkan ormanına kadar, batıda demir kapıya kadar kondurmuş.” (Kültigin Yazıtı, Doğu Yüzü).
Yazıtlarda “Türk töre, il, birlik, dirlik” konusuna ısrarla değinilmekte… Özgüvenle, tereddütsüz ve korkusuzca “yer ve gök” arasındaki zaman ve hayat çizgisine… “Bir gövdede iki baş olmaz.” İki başlılık; aile, toplum ve devlet yönetiminde huzursuzluk, ayrılık ve hezeyanlar getirir. Sonunda da dağılıp parçalanmayı! Başka millet, devletlerin himayesine girmeyi, ailelerin başka el kapılarında kul köle olmayı…
Bumin Kağan, kardeşi İstemi’yle hakanlık kavgasına girmeden, devleti yönetmedeki ortak akıl ve işbirliğini esas aldı. Elele, omuz omuza vererek zaferden zafere koştu, aç halkını tok kıldı, çıplakları giydirdi, mazlumlara kol kanat gerdi. Halkının birlik dirliğini sağlarken bilge ve bilgi aksakal danışmanları hep baş tacı etti. Başı dik bir halk, âbâd olmuş bir ülke varsa; kuşkusuz bunda danışman, bilge vezir Tonyukuk’un da katkısı büyüktü.
Dirayetli bir komutan, zamanının en iyi yetişmiş han, hakan ve devlet başkanıysanız, taht kavgasına girmeyen ve hep size destek veren kardeşleriniz ve tebaanız, bir de Tonyukuk, Fatih Sultan Mehmet’in hocası Akşemseddin gibi bilge danışmanlarınız varsa!…
Bumin Kağan ve İstemi kardeşlerin uzun uğraşılar vererek küllerinden doğan Türk Devleti, ne yazık ki kendilerinden sonra gelen kağan ve devlet yöneticileri tarafından aynı irade ve kararlılığını devam ettiremedi. Çin’in Siyen-Pi kökenli Kuzey Zhau, Kuzey Qi, Sui ve Tang hanedanları ile uzun yıllara dayalı savaşların yanı sıra diğer Türk boylarıyla yapılan mücadeleler ve kardeş kavgaları neticesinde şâşâlı imparatorluklarının yıkılmasına sebep oldular.
Moğol-Türk İmparatoru cihangir Cengiz Han ve kan kardeşi Camoka arasındaki hesaplaşma daha da trajik olanı!..
İkisi de doğuştan lider, komutan, askeri deha! Gelin görün ki iki cengâver bir cihana sığmadı. Cengiz Han, ordu yönetiminde liyakati gözetti. Kim en yetenekli, savaş meydanlarında yiğitlik göstermişse hiyerarşik düzende yüzbaşı, binbaşılık rütbesini ona verdi. Soylu, asil, avam diye ayırmadı. Camoka ise asalete inanıyordu. Liderlik ruhu onun da genlerinde vardı. Kan kardeşine karşı çıkıp meydan okudu. Yandaş kabileleriyle Cengiz Han’a savaş açtı. İki Moğol lideri 1402 yılında Hangay Dağları’nda karşı karşıya geldi. Camoka ağır bir yenilgi aldı. Akabinde savaş meydanından kaçtı. Çok geçmeden kendi iki generali tarafından saklandığı dağlardan tutsak edilerek Cengiz Han’a getirildi. Cengiz Han onu bağışlamak istediyse de karısı Camoka’nın vefa, sadakat ve şereften yoksun olduğunu söyledi. Camoka ölümünün, bir asilzadeye yaraşır gibi -belinin kırılarak- öldürülmesini kan kardeşinden istedi. Cengiz Han da bu son dileğini geri çevirmedi.
İkisi de Türk-kardeş, aynı soydan gelen devlet hanları! Yıldırım Bayezid ile Timur yazdıkları mektuplarda yoktan bahanelerle birbirlerine kardeşlikten uzak, ağza alınmayacak hakaretler ettiler. “Körlük, topallık, aptallıkları” havalarda uçuştu. Sonuçta meydan okumalarla 1402 yılında iki ordu Ankara Çubuk Ovasında karşı karşıya geldi. Filleriyle gelen Timur Yıldırım Bayezıt’ı mağlup etti. Daha kardeşkanı kurumadan Emir Timur, ardına bakmadan tekrar Semerkant’a döndü. Çınar ağacı gibi serpilip büyüyen Osmanlı Devleti on bir yıl fetret dönemine girdi, beyliklerle Anadolu yönetildi. Avrupa içlerine doğru yapılacak fetihler akamete uğradı.
Kardeşler arası savaş ve dökülen kana rağmen aradan asırlar geçip Osmanlı İmparatorluğu devrini tamamladıktan sonra yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinin başkenti Ankara oldu. Başkentte kurulan havaalanına Timur’un namlı komutanlarından Esenbuka’nın adı verildi: “Esenboğa!”
Sudan bahanelerle kardeş halkın iki ordusunun birbirini kırdığı savaşın neticesinde yaraların çabuk kapandığı, kin ve nefret tohumlarının yeşertilmediği ve yeşermesine müsaade edilmediği, halklar arasındaki muhabbet bağı havaalanına verilen bu isimle yaşatıldı.
Bir sonraki kardeş savaşının sonuçları ise, telafisi ve tedavisi mümkün olmayan çok ağır ve unutulmaz acılar bıraktı!
Yavuz Sultan Selim’le Şah İsmail mücadelesi de başlangıç itibarıyla Emir Timur’la Yıldırım Bayezid çekişmesine benzer. Karşılıklı birbirini aşağılama ve hakaretler burada da kendini gösterdi.
Osmanlı padişahı Yavuz; Batı’ya, Avrupa’ya yönünü dönmek yerine yüzünü Safevi Sultanı Şah İsmail’e çevirdi. Ordusunu hazırlayıp Şah İsmail üzerine yürüdü. İki kardeşin ordusu 1514 yılında Çaldıran’da karşı karşıya geldi. Sonuçta Yavuz Sultan Selim galip geldi. Bu savaş, ne Cengiz Han’la Camoka ne de Emir Timur’la Yıldırım Beyazıt’ın savaşına benziyordu. Türk töresi unutulup rafa kaldırılınca iktidar hırsı, mezhepsel ayrılıklar ayyuka çıkıp ardından geriye kardeş Türk halkları arasında kronik travmalar, hüzünlü ağıtlar ve derin yaralar bıraktı. Yaraya tuz, kezzap basmışçasına… Dindirmeye unutmaya çalıştıkça bugün, dünden daha acı ve ıstırabı daha da katmerli!
En hazin ve en trajik kardeşler savaşı ise Türkiye Cumhuriyeti’nin 1970-80’li yılları! Aynı bayrak ve aynı devlet çatısı altında yaşları on yedi- on sekiz den otuz- otuz beşe kadar üniversite gençliği… Fidanlar, daha baharını görmeden köklerinden söküldü!
12 Eylül 1980 öncesi sokak çatışmalarında bu vatanın yaklaşık 4200 genci hunharca katledildi. Siyasetin kirli elleri, üniversitelerden lise ortaokula kadar, pırıl pırıl gençlerin yarınlarını kararttı. Kimi ziraat fakültesi, kimi hukuk, siyaset, mühendislik fakültelerinde! Türkiye’nin geleceği, yarınları binlerce gencimiz protesto yürüyüşlerinde, okuldan yurduna dönerken, kıraathanelerde sohbet ederken serseri kurşunlarca tarandı. İdeolojiler; ana baba, kardeşten daha öte, gerekirse öldürmek ve ölmek adına… Kimileri fakülte binalarından vahşice aşağı atıldı… Düşünmeye, sorgulamaya zaman bulamadan bir gün bir başka, diğer gün karşı cenahtaki aynı silahlardan çıkan mermiler bu gençler üzerine yağmur gibi yağdı.
Bu trajedi toprağa düşen gençlerle de kalmadı. Ailelere, bu millete tamir edilmez yaralar, sızılar ve enkaz bıraktı. Sakat kalanlar, üniversite eğitimin yarıda bırakanlar, psikolojik rahatsızlık ve travmalar yaşayanlar… Yetmedi, 12 Eylül sonrası Mamak, Sincan cezaevleri… Tırpanla biçildiler. Sağdan soldan yaşı reşit olmayan, henüz bıyığı terlememiş 16-17 yaşındaki gençleri -âleme ibret olsun diye- darağacına çektiler. Nem, küf kokulu hapishane duvarlarını ardında bırakarak özgürlüğüne kavuşanların da bir daha ne hayal kuracak zamanları ne de gelecekle ilgili umutları oldu!
Hapis, işkence, kovuşturmalarla hayat geçiren -özellikle- sağ cenahın aksakalları bu anlamsız kardeş kavgasının ne kadar yersiz olduğunu, yaptıkları yanlışları sorguladılar. Eğer bir daha geçmişe dönseler ellerine silah, taş, sopa yerine kalem almayı tercih edeceklerini dile getirdiler.
Sol veya sağ cenahın sokaktaki hızlı, delişmen gençleri hatalarını sorgulayıp yanlışlarını kabul ederken bu durumdan hiç bir zaman özeleştiriye dahi gerek duymayan, hiç bir şey olmamış gibi yoluna devam edenler vardı. Siyaset sahnesinin liderleri, önde gelenleri: “Bu oluk gibi akan kanı durdurmak için sert, acımasız nefret söylemleri yerine rakiplerimize karşı keşke naif cümleler kurabilseydik! Televizyon, kamera önünde bir araya gelip birbirimizin elini sıkabilseydik! Gazetelerde birbirimizin çocuklarının düğününe gidip katılarak boy boy resim çektirebilseydik!” gibi ne bir özeleştiri, ne de kendi hatalarına dair en ufak bir nedamet cümlesi dillerinden düştü.
Sanki binlerce gencimizi boş yere kurban vermemişçesine daha kanları yerde kurumadan unutmuş, 12 Eylül sonrası Yassıada vd. asker nezaretinde kaldıkları günler, demokrasiye vurulan darbeyle ilgili anılarını anlatan siyasetin ağa babalarına ağıtlar yakar olduk.
12 Eylül öncesi Türk siyasetinde de var oldular, sonrasında da… Yaşlanıp yürüyemez hale geldiklerinde çocuklarını, torunlarını siyaset sahnesine sürdüler. Türkiye doğusundan batısına bu siyasetçilere, siyasetçilerin çocuklarına mahkûm oldu. Ancak binlerce masum gencin eline silah verilip sokaklarda birbirine düşürüp katledilmelerine seyirci kalındı. Ortada ölümler, ağıtlar vardı. Kan, gözyaşı vardı. Patlayan silahlar, mermiler vardı. Suç vardı. Bu suçun adı toplu katliamdı. Fiil belli ancak fail meçhuldü. Failleri de hiç bir zaman bulunamadı!
7 Ocak 2015 tarihinde Fransa’nın başkenti Paris’te Charli Hebdo Mizah Dergisine saldırı sonucu onlarca kişi öldü. Dünya Paris’te tek bir yumruk tek bir yürek oldu. Devlet başkanları, bakanlar saldırıyı kınamak ve ölenlerin anısı adına el ele kol kola Paris sokaklarında yürüyüş yaptı. Katilleri kınadılar, şiddeti protesto ettiler. Din, dil, ırk farkı gözetmeden!
Bugün her ilçede her ilde ve her sokağa bakıldığında toprağa düşen gençlerimizin her birinin uzaktan yakından ailelerini görür, tanırsınız. “Sol”, “sağ”, “-izm” ve “ideolojiler”i bir kenara bırakarak bu gençlerin ardından ne bir damla gözyaşı dökebildik ne de yaslarını tutar olduk. Bir daha bu acılar yaşanmasın, gençlerin elinde silah yerine kalem olsun, silahların gölgesinde yaşamasınlar diye tek bir yürek te bir beden olmayı beceremedik. Adeta mankurtlara dönüştük.
Bilişim çağında dünya, köye dönüştü. Yakın zamanda bir sokak röportajında başörtülü bir kızımız Atatürk’ü sevmediğini, din adamlarını hapsedip astırdığıyla ilgili vahim ifadeler kullandı. Küllerinden doğan bu ülkenin kurucusu, atasına karşı yalan yanlış bilgilerle bu tür pervasız davranışı ve söylemleri ne kadar üzücü! Kızımızın sözüne mi yanalım ya da bu kadar okul, öğretmenlerimize rağmen atasını, soyunu, tarihini bu çocuklara öğretemediğimize mi! Bir de “Vatan sevgisi imandandır!” sözünü şiar edinen halk olarak binlerce cami, din görevlilerinin bu konudaki hassasiyetine mi?
***
Alevî Türk – Sünnî Türk, Sonrası Tümtürk
Tarih, Türklere gökten zembille inmişçesine altın bir fırsat daha sunuyor. Dini, mezhebi ne olursa olsun Asya, Balkan Türklerinden Hristiyan Gagavuzlar, Budist, Şaman Yakut, Tuvalılarla ilgili tarih, ticaret ve kültür bağlarını tesis etmek… Türk Dünyasının refah huzur, dirlik ve birliği uğruna çalışıp çabalamak… Hak ve hakkaniyetin hüküm sürdüğü bir dünyaya katkı sağlamak…
Kanı bir, canı bir, soyu bir Türk halklarının zalime karşı mazlumun yanında asaletli duruşu ve cihanşümul hâkimiyet anlayışının yeryüzündeki bir bayrak gibi özgürce dalgalanış ve şahlanışının muştusu!
Sağımız solumuzda, okyanus ötesi devletlerin lütuf keremiyle değil, Azerbaycan Türklüğünün kanı canı pahasına bedeller ödediği, şehitler verdiği Karabağ’ın aslına rücu ettiği vatan toprağının nihayetinde Balkan, Anadolu, Orta Asya, kısaca dünya Türklüğünü birbirine bağlayıp hasretle kucaklaştıran, Tanrının bahşettiği kutlu yol!
Sığ siyaset ve politikaların arasında boy soy, aşiret, bölge, şehir, köy diyerek bin bir parçaya bölünmeden, tavandan değil, tabandan gelen hareketle bu memleketin çocuklarının geleceğini düşünerek, birlik beraberlik ve dayanışma içinde eğitim, ticaret, bilim, kültür politikalarını sağlam temellerle ileriye taşıma fırsatı!
“Zengezur Koridoru!” Fatih’in İstanbul’u fethiyle orta çağı bitirip yeni çağı başlatması… Türklerin Ergenekon’dan dağları eriterek çıkıp dünya tarihine damgasını vurması kadar ehemmiyet arz etmekte!
Bu sürecin kanayan yarası, dinmeyen ağrısı var. Yürek sızısı, ağıtlar ve gözyaşının sel olduğu acı hatıralarla topaklaşan habis, ur! Döşte bıçak yarasından daha öte, gönül ve ruhlardaki kronikleşmiş -kaşıdıkça ve kazıdıkça- azgınlaşan yara! Kardeşler arası hasım, kin, nefret ve düşmanlık tohumlarının fasılasız yeşertilmeye çalışıldığı dikenli zakkum ağacı!
Hiçbir tabip, hiçbir eğitimci ve hiçbir siyasetçinin bu yarayı iyileştirmeye, kökünden kazıyıp dindirmeye samimi bir gayret, çabası olmadı… Basit pansumanlarla geçiştirilmeye çalışıldı hep. Kerbela’da Hz. Hüseyin ve ailesinin hunharca şehit edilişi… Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail’le savaşının ardından geriye kalan katmerli travmalar… Çorum, Kahramanmaraş olayları, 12 Eylül öncesi sokaklarda özünde kardeş, binlerce aynı vatan çocuklarının akan kanı… Sivas Madımak Oteli faciası… Onlarca aydının faili meçhul cinayetleri vd…
Bütün bu menfur hadiseler, kardeşler arasında uçurumlar açtı, dini, sosyal bağları dinamitledi. Samimiyet, hoşgörü ve merhameti sildi, süpürdü. Fitne nifak tohumları ekilip yeşertildi. Aileler, köyler, mahalleler arası görünmez, bilinmez ve aşılmaz buzdan duvarlar örüldü. Orta Asya’dan Anadolu’ya göç ederken mayası, özünün temel direği töresi unutturulmaya çalışıldı. Oysa din, onlar için hiç bir zaman sorun olmadı. Dağda, bayırda, ovada, hiç bir mekân ve zamana bağlı olmadan Tek Tanrıya inanıp dağların en yüksek yerlerine çıkarak yediden yetmişe, top yekûn kurbanlar adadılar, dualar ettiler. Vatanı için savaşa gidip geri dönmeyen kahramanlarının ardından hep birlikte gözyaşı döküp ağıtlar yaktılar. Toy, şölenlerde ozanlar kopuzuyla destanlar, yırlar söyledi, kadını kızanıyla beraber gülüp eğlendiler.
Anadolu’ya gelirken İslam’la müşerref olup Balkanlara Ahmet Yesevi felsefesi ve Hacı Bektaşi Veli, Saru Saltuk Babalarla ilâ-yı kelimetullah adına cenk ettiler, fethettikleri yerleri vatan kıldılar. Bir ucu Orta Asya diğer ucu Balkanlara kadar vatan bildiler. Türk tarihinin bu şanlı serüveninde zaferden zafere koşan, fethettikleri bölgeleri han, hamam, kervansaraylar ve ticaret yollarıyla âbâd eden bu soylu milletin evlatları devlet, sancak çatısı altında aynı amaç ve hedeflerde yekvücut olma becerisini gösterdi.
Ancak günümüzde ekonomi, siyaset, ticaret, birlik, dirlik noktasında bir gövdede bir baş olduğumuz konusuna gelince?! Etnik Türk- Kürt ve Alevilik, Sünnilik, mezhepsel ayrılıklar, din- diyanetle ilgili kimi art niyetli medya ve kitle iletişim araçlarının kafa karıştırıcı, zihinleri allak bullak eden dezenformasyonu sonucu toplumsal barış, dirlik ve birlik ruhu darmadağın edildi. Edip, şair, müzisyen, sinema tiyatro sanatçılarının sanatlarından önce hep ideolojileri konuşulur oldu. Sanatları; siyasî duruş, tavır ve söylemlerinin hep gerisinde kaldı. Avrupa, Almanya’ya giden gurbetçilerimizin gittiği Allah’ın evi camiler dahi tarikat, cemaat ve illegal ideolojilerle anılıp bölünür hale geldi!
Sünnî Türk köyü, komşu Alevî Türk köyünü, şehirdeki Alevî aile, apartmanda ya da mahallesindeki Sünnî aileyi tanımak-anlamaktan geri durdu, aralarına fersah fersah mesafeler koydular. Birbirlerini tanıyıp hasbihal etmekte, dinî-millî bayramlarda, muharrem-ramazan aylarında bir araya gelip dertleşmekten kaçınır hale geldiler. Halk içinde bir cenahtan diğer cenaha: “Bunların kestikleri yenmez.”, “Kız alıp kız verilmez.” diyerek asılsız mesnetsiz ifadeler kullanırken diğer cenahtan ise tarihin karanlık sayfalarında kalan vahim trajik hadiselerden hareketle öz be öz kardeşlerini “Yezidlik” ile itham ettiler. Eski Adalet Bakanlarından birinin “Hâkim, savcı kadrolarına herhalde ülkücülerin atanmasına yol verecek değilim”[1] sözlerinin gönüllerdeki bıçak darbeleri gibi inen sızısı! Bu yapay soğukluk, tutukluk, donukluğun nedenleri üzerine cesaretle gidilmedi. Üniversite kapı ve kütüphaneleri bu konuya hep kapalı tutuldu.
Ayrışmanın temel nedenlerinden biri de halk arasında Alevilik ve Sünniliğin tarihi sürecini, kökenindeki bilgi eksikliği ve yetersizliği…
Türklük tarihinde Türklerin Arap ve Farslarla ilk karşılaşmaları, ticaret, diplomatik ilişkileri, siyasî mücadeleleri, savaşlar neticesinde Satuk Buğra Han’ın tebaasıyla Müslümanlığı kabul etme süreci (915-945)… Orta Asya, Afganistan, Himalaya, Hindikuş Dağlarından, Ortadoğu, Yemen, Afrika, Bosna ve Viyana’ya kadarki geniş coğrafya ve kıtalardaki yüzlerce mezhep, tasavvufî akımlarla kuşatılan Türk – İslam Dünyası!
***
İşte size Türk, İran, Balkanlar, Hindistan Müslümanlığı ve Arap dünyasındaki dünden bir ilahiyat öğrencisinin dört yıllık öğretim safhasından sonra ancak anlayıp kavrayabileceği tarikatlar silsilesi!
a) HORASAN VE ORTA ASYA KÖKENLİ TARİKATLAR:
1) Hacegan (Yusuf Hemedanî),
2) Nakşibendilik (Bahaeddin Nakşibendî),
3) Halidilik (Hâlid Bağdâdî),
4) Kasanilik (Ahmed el-Kasanî),
5) İshakilik (Mevlanâ Lutfullah Çusti),
6) Afakilik (Kelan Muhammed Emin),
7) Cuybarilik (Muhammed İslam Cuybari),
8) Ahrarilik (Ubeydullah Ahrâr),
9) Müceddidilik (İmam Rabbani),
10) Kadirîlik (Abdülkadir Geylani),
11) Ekberilik (Muhyiddin Arabi),
12) Eşrefilik (Eşrefoğlu Rumî),
13) Kadiri-Rûmilik (İsmail Rumî),
14) Halisilik (Halis Talebanî),
15) Hikemilik (Ebu Bekir el-Hikemî),
16) Esedilik,
17) Becelilik,
18) Kadiri-İsevilik,
19) Fârızılik,
20) Halvetilik,
21) Rûşenilik (Dede Ömer Ruşeni),
22) Gülşenilik (İbrahim Gülşenî),
23) Sezâiyye (Sezai-yi Gülşenî)
24) Hâletiyye (Hasan Hâletî),
25) Cemâlilik (Cemal Halvetî),
26, Ahmedilik (Yiğitbaşı Ahmed Şemseddin),
27) Halveti-Ramazanilik (Ramazan Mahfî),
28) Cerrahilik, 29) Şemsilik (Şemseddin Sivasi),
30) Sühreverdilik (Ebu’n-Necib Sühreverdi),
31) Büzgaşilik,
32) Desukılik,
33) Ebherilik (Kutbüddin Ebheri),
4) Evhadilik (Evhadüddin Kirmani),
35) Zahidilik (İbrahim Zahid Geylani),
36) Zahidi-Safevilik,
37) Zahidi-Halvetilik,
38) Zeynilik (Zeynüddin Hafi),
39) Vefailik (Şeyh Vefa),
40) Kübrevilik (Necmüddin Kübra),
41) Baharzilik (Seyfeddin Baherzi),
42) Nurbahşiyye (Seyyid Muhammed Nurbahş),
43) Yesevilik (Ahmed Yesevî),
b) ANADOLU KÖKENLİ TARİKATLAR:
1) Bayramilik (Hacı Bayram-ı Veli),
2) Celvetilik (Aziz Mahmud Hüdayi),
3) Himmetilik (Şeyh Himmet Efendi),
4) Şemsilik (Akşemseddin),
5) Tennurilik,
6) İseviyye,
7) Melamilik (Bursalı Dede Ömer),
8) Bektaşîlik (Hacı Bektaş-i Veli),
9) Gümüşhanevî,
10) Mevlevîlik (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî),
11) Uşşakilik (Hüsameddin Uşşaki) – Halvetilik koludur.
c) SURİYE VE IRAK KÖKENLİ TARİKATLAR:
1) Rufâilik,
2) Haririyye,
3) Sayyâdiyye,
4) İmâdiyye,
5) Keyyâliyye,
6) Cendeliyye,
7) Dîrîniyye,
8) Atâiyye,
9) Katnâniyye,
10) Nûriyye,
11) İzziyye,
12) Cebertiyye,
13) Fenâriyye,
14) Îseviyye,
15) Şa‘râniyye,
d) KUZEY AFRİKA KÖKENLİ TARİKATLAR:
2) Zerrukilik,
3) Şazeli-Vefaiye,
4) Bekriye (Ebu’l Mekarim Bekri),
5) Bedeviyye (Ahmed el-Bedevî),
6) Hamudilik,
7) Kinasilik,
8) Zâhidilik,
9) Enbabilik,
10) Münavilik,
11) Selamilik,
12) Fergālilik,
13) Saibilik,
14) Meruzıkılik,
15) Şinnuvilik,
16) Halebilik,
17) Sütuûhilik,
18) Beyyumilik,
19) Ticanilik,
d) HİNDİSTAN KÖKENLİ TARİKATLAR:
1) Şettarilik (Abdullah Şettari)
***
Onlarca tarikatın ve tarikat kurucularının adlarını ezberlemek dahi özel çaba ve itinayı gerektiren bu mistik, uhrevi âlemin sırlarına erişmek her ne kadar sabır ve kararlı bir okuma öğrenme süreci ihtiyacını doğursa da her Alevî ve Sünnî Türk çocuğunun çağdaş ve modern bilimin yanı sıra teolojik olarak Hrsitiyanlık, Musevilik, Budizm, Şintoizm vd. Pagan dinler hakkında araştırmalar yapması, bilgi sahibi olması gerekir.
Bütün bu tarikatlar, itikadi ekol ve akımlar arasında Türk Alevî ve Sünnîliğin izlerini “Batınilik” üzerinden takip etmek zorundayız. Türkler arasında Bâtıni ve benzeri akımlar, Hürremilik, Keysaniyye mezhebi, Müslimiyye ve Rızaniyye mezhepleri Mukanna ve Mazyar’ın faaliyetleri önemli rol oynadı.
Hz. Ali’den bu yana İbn-i Sebe, Muhtar-ı Sakafi ve daha sonra Abbasoğullarında da görülüp bilinen Batınilik, akabinde Meymunilikte ve Cafer-i Sadık’ın oğlu İsmail’le İsmaililik’te vücut buldu. Sonrasında Irak ve Bahreyn taraflarında Karmıtilik ve Melahi’de yerleşmiş, Mısır’da Fatımiyye ve Şia ve diğer coğrafyalarda Seb’ıyye, İştirakiyye, Sabbahiyye, İbahiye adlarıyla anılır oldu. Tarikat çatısı altında ise Kalenderilik, Haydarilik, Babailik, Hurufilik ve Bektaşilik, mezhep şeklinde de Nusayrilik, Dürzilik, Alevîlik veya Kızılbaşlık, Aliallahilik adlarını aldı. Batınilik’te görülen Rumuzilik, Sırrilik, meratip gözetme, İbahecilik ve iştirakçilik gibi esaslar Alevîlikte de yer almaya başladı.[2]
Halk Edebiyatı derslerinde Anadolu ve Balkan Türklüğünün Orta Asya’daki köklerinden bahsederken öğrencilerime öz be öz Türk boyu Tahtacıları soruyorum: “Daha Cengiz İmparatorluğu, Osmanlı Devletinin adı yokken günümüz Türkiyesinde Alevî kültür ve değerlerini bütün yönleriyle yaşatan Çaylak, Eseli, Nacarlı, Gökçeli, Alcı gibi oymaklara ayrılmış, Adana ve Çanakkale il, ilçe, kasaba ve köylerinde yaşayan Tahtacıların (Tahtahlılar) 900’lü yıllarda Kırgızistan’ın Isık-Köl civarı ve Kaşgar bölgesini yurt edindiklerini biliyor muyuz?” sorusu karşısında şaşırıyorlar.
Ardından Kazak gazeteci Nazgül Kenjetay’ın Saha (Yakut) Türk bölgesinde katıldığı şaman törenini izletiyorum.[3] Şaman’ın ocağa süt dökmesi, at kılı atması ve saygı göstermesi, Törene katılan Nazgül Kenjetay’a huş ağacından bir kupa içinde inek sütünden kımız ikram edilmesi, sonrasında törene katılanların elden ele dolaşan kupadan birer yudum içmesi… Törene girenlerin kapıdan at kılından yapılan kamçıyla sağına soluna vurularak arındırılıp törene geçmesine izin verilmesi ve şamanın elindeki uzun bir sopayla dansı ve transa geçmesi!
Öğrencilerle söz konusu Yakutların şaman törenindeki gelenek-kültür kodlarının Anadolu’ya yansımaları konusuna geldiğimizde: Şaman’ın elindeki sopanın Bektaşilerde “asa”, “erkân değneği”, “alaca değnek”, “tarik” olarak bilindiğini, huş ağacından kupayla verilen kımızın Alevi geleneğinde “dolu” olarak anıldığını, ateş ve ocağa karşı saygının Anadolu’da ocak kültünü çağrıştırdığını tek tek açıklıyoruz. Okulda ise kız ve erkek öğrencilere “olongho” (Kazakça: öleñ, öleñ-jır: şiir, şarkı) destanlarını öğretmekte, buna çok dikkat ve özen gösterdiklerini de… Türk Alevi geleneğinde de ozan, aşığın, saz ve türkünün tarihî kodları ve önemini bir kez daha önemle vurguluyoruz.
***
Hülasa, Yakutlardan Kazaklara, Türkmenlerden Tatarlara, Orta Asya’dan Anadolu ve Balkanlar’a kadar yayılan Anadolu Alevîliği, sadece Batıniliğin bir devamı değil YESEVÎ, KALENDERİ, HAYDARİ, BEKTAŞİLİK, Türk tarikatlarının yanı sıra HURUFİLİK, VÜCUDİYYE ve DEHRİYYE akidelerini de içinde barındıran Türklüğün özü, mayası, hamurudur. [4]
Hacı Bayram Veli’den Hacı Bektaşi Velilere, Yunus Emre’den Âşık Veysel’e bu toprağın pirleri, erenleri kardeşlik mayasını yoğurup tutturdular. Yüce gönüllü Âşık Veysel’in “Gel Birlik Kavline Girelim Kardaş” deyişinde olduğu üzere:
İtimat edersen benim sözüme
Gel birlik kavline girelim kardaş
Birlik çok tatlıdır benzer üzüme
İçip şerbetini duralım kardaş.
Bir başka deyişinde mezhepsel ayrılıkların Türk çocuklarına getirdiği felaketi gözler önüne serer:
Yezit nedir, ne Kızılbaş
Değil miyiz hep bir kardaş
Bizi yakar bizim ataş
Söndürmektir tek çâresi
Şu âlemi yaratan bir
Odur külli şeye kadir
Alevî, Sünnîlik nedir
Menfaattir varvarası
Veysel sapma sağa sola
Sen Allah’tan birlik dile
İkilikten gelir belâ
Dava insanlık davası
Asil milletin evlatları yüzlerce yıldan beri payitahtta, Anadolu’nun en ücra kasabası ve ahilik çatısı altında kervan yolları, ticaret, esnaf ve tüccarların emniyetini sağladılar. Irk, din, dil, mezhep gözetmeksizin ecnebi tüccarın malı yağmalanmışsa zararını karşıladılar. Haksızlığa uğrayan, satıcı ve alıcının hakkını gözettiler. Sabah siftahını yapan esnaf, bir müşterisi daha geldiğinde “Ben siftah yaptım ama komşum yapmadı. Ondan alışveriş yapınız!” diyerek komşusuna yönlendirdi. Ahiler, loncalara bağlı vicdan sahibi sanat erbabı; beş parasız yolda, darda kalan yabancı düşkünlerin karnını doyurup cebine akçesini koyarak memleketine yolladı. Aşırı kâr hırsı ve açgözlülüğü bir kenara bırakıp stokçuluk ve karaborsacılığı reddettiler.
Her kesimden vatandaşın ihtiyaç duyduğu gıda ve eşyaya rahatça ulaşmasını, alabilmesini gözeten tüccarı esnafı, dükkânının önünden geçen düşkün ya da yoksul bir çocuğun yutkunarak vitrinine baktığını gördüğünde “göz hakkı” diyerek sattığı gıdadan ikramını hiç esirgemedi. Gariban köylüsü bile – bu eren evliyalardan aldığı feyzle- ağaçların da bir canı olduğunu, “Ürküp korkarlar!” diyerek baltasının keskin tarafını çaput bezle sarıp ormana öyle girdi. Kurtlar, koyununa sürüsüne musallat olsa dahi kara kışta dağın başında enikleriyle aç kalmasına razı olmayarak kestiği koyun, keçisini dağlara götürüp bıraktı.
Yeni bir dünya düzeninin eşiğindeyiz. Sovyetler Birliğiyle adlandırılan “komünizm” yıkıldı. Ardından enkaz bırakarak! Doksanlı yılların başından itibaren ekonomisi çöktü. Halkı perişan oldu. Ancak bu süreci zahmetli olsa da çabuk atlattı. Doğalgaz, petrol yatakları ve hammaddesiyle tekrar ayağa kalktı. Tekrar dirilip -eski kudret gücünde olmasa da- yetişmiş mühendis, mimarı, eğitimli toplumu ve sanatçısı, sporcusuyla düştüğü yerden ayaklanmasını bildi.
Vahşi kapitalizmin çöküş sesleri de duyulmaya başladı. Sistemi değiştirmek isteyenler çoktan kolları sıvadı. Açlık, kıtlıkla, iklim zorlamasıyla, enerji ve gıdaya tedarik zincirini sabote ederek… Olmadı bölgesel savaşlarla! Bu değişimin faturası ve acı reçetesi yine mazlum halklara!
Enerji, ticaret ve paranın yollarını değiştiriyorlar. Devletleri ve devlet liderlerini, demografik yapıları, sınırları da… Doğudan batıya milyonlarca insanı göç dalgasıyla yerinden yurdundan ederek… Ezoterik, mitolojik ve teolojik birtakım argümanlardan yararlanarak toplumların kültür kodları, değer ve yargılarını sabote ederek ve her bir bireyi yalnızlaştırarak… Aile, boy-soy, halk ve halklar arası en küçük farklılık ve ayrılıkları dağ gibi sorunlar yumağı haline getirerek ve halklar arasında aşılmaz uçurumlar inşa ederek…
Dünyayı bekleyen felaketler senaryosuna dönüp baktığımızda! Bölünüp parçalanıp ayrılan ve yalnızlaştırılan şirket, devlet, halk, aile ve birey yok olacak, kimliğini özünü, ruhunu kaybedecek. Sınırlar kaldırılıp tek devletli-tek kutuplu, mülkiyetsiz, çiplenmiş, şahsiyetsizleştirilen halklar güruhu!
Tarihi, kökü ve gelenek göreneğinden güç alan ve onu yaşatmakta kararlı halkları ise çetin bir mücadeleye bekliyor. Acı ve zehirli kokusu genzi yakan, sigara dumanı gibi görülen ancak bir türlü tutulmayan sinsi düşmanla ancak ve ancak bilgi, bilişim ve teknolojinin gücüyle direnmek, savaşmak mümkün!
Ülkemizde onlarca parti, yüzlerce sivil toplum kuruluşu, dernekler, halk evleri ve bazı dini yapılanmalar! Türkiye’nin ve Türk halkının âli menfaatlerini kollama ve gözetmede birlik, dirlikten uzak ve savruk! Bin bir parçaya bölünmüşlükleri, ayrılık ve gayrılıkları dahası birbirlerini hainlik, kâfirlik, zındıklıkla suçlayarak geleceğin Türkiye’sini inşa etmeleri ve gençlere umut vermeleri hiç mümkün mü? Parti sözcüleri, sivil toplum örgütleri, meslek kuruluşları ve dergâh, dernek liderlerinden birlik beraberlik, ülkenin huzur ve güvenliğine dair sıcak, samimi ve deruni kaç söz duyabiliyoruz? Sanatçısı, siyasetçisi, gazetecisi, iş adamı, sözde aydınının süslü cümlelerinin ardında bu güzel vatanı ve vatan çocuklarını hep başka ülkelerin arka vagonu, bagajı yapmaktan başka bir maksadı var mı! “Biz teknoloji, bilim üretemeyiz, başaramayız!” sözleriyle umutsuzluk pompalamak! Ruhumuzu, gönlümüzü ısıtmayan, zihin ve ufkumuzu ışıldatmayan ağdalı, aldatmalı cümleler! Zahirden masum bir çocuk başını şefkatle dokunur gibi okşayan, batında ise sahte ve yapmacık sevgi gösterisinden öte gitmeyen soğuk eller!
Bu memleketin Alevî ve Sünnî Türk çocuklarına iki yüz yıldan beri gösterilen reva bundan ibaret! Bugün olduğu üzere dün de Balkanlardan Filistin’e, Yemen’e, Kafkas cephesinden Çanakkale’ye… Vatan aşkına, ilâ-yı kelimetullah aşkına, bayrak aşkına hep bu toprak için yere düştüler! Cephelerde kolunu, ayağını, bir gözünü bırakıp döndükten sonra “Yar, yavrum, atam anam!” demeye fırsat kalmadan bir lokma ekmeğe muhtaç el kapılarında ırgat, işçi, hamal oldular. Bu vatanın nimetleri söz konusu olduğunda en arkalara, külfete gelince de en ön saflara sürüldüler. Araya sokulan nifak ve kirli entrikalarla çok ağıtlar yaktılar. Yüzleri hiç gülmedi. 12 Eylül öncesinde de sonrasında da…
Bakınız siyasi partilere! Durmadan mitoz bölünme gibi bölünüyorlar. Partisine küsen, eşine, oğul yeğenine yer bulamayan kıdemli vekiller durmadan parti kuruyor. Hayata, insanlığa, Türk çocuklarının geleceğine dair, ufuk, umut vizyona dair içimizi ısıtan, hayaller kurduran sıcak cümleler, sloganvari bir söz var mı? BU TAHTEREVALLİ SALINCAĞI, KÖŞE KAPMACA OYUNLARIYLA DAHA NE KADAR OYALANACAĞIZ? Kardeşlikten, ahilikten, yardımlaşma, dayanışma, hoşgörü, birlik-beraberlikten bahsetmeyen, kişisel çıkarlar uğruna damarları çatlarcasına saldıran, haykıran siyasetçi, gazeteci, akademisyenler bu halkın sırtında kambur gibi daha ne zamana kadar taşınacak?
Bütün bu sorunların aşılması, kökten çözümü, gençlerimizin umut ve hayallerinin yeşertilmesi, kendine özgüveni olan dinamik bir Türk halkını var etmek için tek bir çare var! Alevî ve Sünnî Türklerin bir masa etrafında toplanıp tek bir yürek ve tek bir baş olarak hareket etmeleri. Siyaset arenasında ayrımcılık yapmadan Türk tarihine bakarak özündeki ülkü ve idealini yeniden şahlandırarak!
Bumin Kağan’la İstemi Kağan gibi! Aklı, bilim ve Türk töresi ışığında adalet, liyakat ve hakikati düstur edinip siyasetin getirdiği yapay sorunları bir kenara bırakıp kendi istikbali, menfaati, bölge ve dünya insanlığına sağlayacağı katkıları göz önünde bulundurarak birlik, beraberlik ruhunu yaşatarak gerek gördüğü hamleleri yapmalıdır.
Alevî Türk, Sünnî Türk’ün birlik beraberliği olmadan TÜRK’ÜN DİRLİĞİ OLMAZ. Bu birlik ve dayanışma ruhu olmadığı sürece Türk’ün ve Türkiye’nin tepesinde her zaman Bizans oyunları, entrika ve kaosun tam tam dansları ve tepinmeleri devam edecektir.
Ergenekon’dan çıkan Türk’ün aklına, kararlılığına bugün dünden daha çok ihtiyacımız var. Bu çıkışın anahtarı da Alevî Türk ve Sünnî Türk’ün birlik ve beraberlik ateşini yaktığı gün olacaktır!
Prof. Dr. Ahmet GÜNGÖR
Türkolog / Türk Dili Öğretim Üyesi
1.Mehmet ERÖZ, Türkiye’de Alevilik ve Bektaşilik, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1990.
2.Rıza ZELYUT, Türk Aleviliği (Anadolu Aleviliğinin Kültürel Kökeni), 4. Baskı, Kripto Yayınevi, Ankara, 2010.
3.Yusuf Ziya YÖRÜKAN, Anadolu’da Aleviler ve Tahtacılar, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 2015.
4.https://www.youtube.com/watch?v=pK0mYb9wph4
DİPNOTLAR:
Ateş (Ocak) Kültü: Süt, ekmek parçası, kuş tüyü at kılı atılıyor.
[1] https://www.memurlar.net/haber/176301/mogultay-ben-chp-lileri-ise-almayacagim-da-mhp-lileri-mi-alacagim-dedim.html
[2] Yusuf Ziya YÖRÜKAN, Anadolu’da Aleviler ve Tahtacılar, 2015, İstanbul, s.39,41
[3] https://www.youtube.com/watch?v=pK0mYb9wph4
[4] Yusuf Ziya Yörükan, a.g.e., s.36.