
TURGUT DEMİRKAYA’NIN ANISINA (1955-1988)
Canımız, kanayan yaramız, mert, yiğit şehit kardeşim, rahmetli Turgut Demirkaya’nın hikâyesi
Kızım Sinem, aile belgeselimizi roman şeklinde yazmaya karar verince, önce gerçek hayat hikâyesini araştırmak için çalışmaya başladı…
Çok uzun bir yol var önünde… Kolay gelsin bakalım.
***
Dedeler, nineler, baba tarafı, anne tarafı gerçek delil bulmak için yurt içi yurt dışındaki ulaşabildiği tüm akrabaları arar sorar…
Elinde göç yıllarına uzanan Erivan hanlığı vatan iken yaşanan masal tadında gerçekler acı tatlı güzel hikâyelerle sık sık bana sorup doğruluğunu teyit ediyor.
Destanlarla dolu hayatıyla Gâzi Dedem ve Bilge Ninemden aldıklarıma minnettar kalarak gelecek kuşaklara aktarılacak ölmez eserler çıkacak inşallah…
Dün aradı ve şehidimizin hikâyesini istedi; kısaca ana hatlarıyla dile getirmeye çalışacağım…
***
Ben, ailemde üçüncü kız çocuk olarak dünyaya gelince, bankacılık yapan babam kızlara nihayet olsun demiş ve amacına ulaşan bir Nihayet gelmiş.
Aradan bir süre geçer yolcumuz yolunda anne karnında…
Mevsim yaz, rahmetli annem bahçede çamaşır yıkıyor…
Altı aylık hamileyken canım kardeşime…
Ben ve Leyla Ablam kuyu başında oyun oynuyoruz, ben iki yaşındayım.
Ablam dört yaşında; çizgi oyunu atlama koşmaca derken kuyudan atlama oyununa sıra geldi, ikimizde kenarından atlıyoruz; ama çok korkuyoruz. İçimiz pırpır, yine de vaz geçmiyoruz. Birden ablam ortadan atla dedi; korktum, yapamadım.
Dövüyor diye de korkup atlamaya çalıştım; bir iki defa kıyısından atlamam onu tatmin etmemişti. Saçımı çekti, dediğim gibi atla diye atlamaya çalıştım ve hoop kuyunun dibinde “Dede! Anne!” diye bağırırken çok su yutmuşum…
Buz gibi serin kuyu …
Bir ara annem beni arar, ablama beni soracak olur, ablam kuyuya bakıp ağlıyormuş!
Hemen fırlar, o zamanlar evimizde kiracı olan subaylar, evlerinde erbaş çalıştırırlarmış; askere haykırarak merdiven ister “Kız, kuyuya düştü.” der. O anda Şakir, şoka girer, konuşamaz. Annem, her şeyden ümidini keser, etrafına bakınır.
“Koruyan Allah, kuyuda da korur. ” deyip ya Allah sesleriyle kendini kuyuya atmadan önce, bana tekrar bakar; ben sularda batıp batıp çıkıyormuşum. “Eğer, tekrar batarsa kurtaramam.” diye ani kararla kendini sulara bırakır, beni kurtarır.
Üçümüz de birbirimize sarılmış titriyoruz.
Saatler sonra komşular, çarşıya giden dedemin dönmüş olmasıyla yardım eli uzanır. Önce merdiven ve ip sarkıtılır, ucundaki kovaya beni koyup çıkarırlar.
Arkamdan annem ve kardeşim, sağ salim çıkarlar. Annem ve ben çok üşümekten üç gün hasta yatmıştık. Üçümüz de Allah’ın izniyle kurtulmuştuk.
Kardeşimle anne karnında bile sarılıp oynuyorduk.
Aradan üç ay geçmiş nur topu gibi bir erkek kardeşim olmuştu.
Tüm aile kardeşimin gelmesine çok sevindi, şükür kurbanları kesildi… Yedi yıl … Her saç ve tırnak kesiminde mutlaka sadakası verilir, bir fakiri sevindirirdi büyükler…
Adını rahmetli dedem koymuştu.
Muhammet Turgut olsun demişler nüfusta Mehmet Turgut olarak kayda geçer…
Çok özel bir çocuk, kalp gözü açık, sezgisi güçlü, özü sözü bir mert, delikanlı olduğunda onun da içini bizler gibi annesizlik acısı kaplamış evin düzeni değişmiş, peş peşe giden büyükler neşemizi de götürmüşlerdi, sanki…
İlk okulda hep onun koruyucusu idim.
Bir gün bir komşumuzun oğlu okulda kardeşimi döverken görmüştüm; koşup kardeşimi kurtarırken döven çocuğun kulağını kanatmıştım da kardeşimi dövmekten vazgeçmişti.. Ben, kardeşimi korumuştum; haklı iken haksız duruma düştüm.
Kardeşimi korumanın huzurunu yaşarken çocuklar öğretmene beni şikâyet etmişler zil çaldı. Sınıflara gireceğiz okulun önünde toplanmışız; galiba öğlenki öğretim olacak ki kitaplarım sınıfta… Beni müdür çağırdı, bir tokat patlattığı gibi korkudan işemişim!
“Defol evine!” dedi, koşarak eve gelmiştim… O olay, babamın çok etkilendiği bir andı…
Ve yıllar geçer, ben lisede kardeşim orta okul öğrencisi…
Yeni yeni sağ sol davaları filizlenir.
Evimizin yakınına Ülkü Ocakları açılır.
Tüm mahalle gençleri, çocuklar bilgilenmeye başlar…
Diğer görüşler, tam zıt kutuplar kurulur…
Kavgalı olaylı yıllar, birbirini kovalar.
Lise yılları babam ve kardeşim emniyetle ev arasında mekik dokur.
Kim nerede ne olay çıkarsa, Turgut Demirkaya adına kalacaktı.
Bir gün camiden çıkan bir yaşlı Kürt kökenli bir vatandaş, etraftan birkaç gencin saldırısına uğrar. İçlerinden biri “Turgut Demirkaya” diye suçu, Turgut’a atar. Karakola gider, şikâyetçi olur. Polis, babam ve kardeşim ile yüzleştirir. Dövülen ihtiyar, “Haşa beni döven bu çocuk değildi; başkaları idi, sadece Turgut diye bu ismi verdiler. Bağışlayın beyim.” diye yoluna gider.
Benzeri yüzlerce olay, birbirini takip eder.
Kars Kafkas Üniversitesinde Dil – Tarih okur. Lise öğretmeni olarak hayata atılacak özüyle ve çevresiyle dost tertemiz bir Türk genci…
Sinsi düşmanlar uyumaz, yine oyun peşinde.
Bu fırtınalı yıllarda sevdiği kız Hediye ile evlenir; iki oğul sahibi olur.
Olaylar hep devam eder; Hediye, ona Allah’ın kutsal hediyesi olur.
“Ufuktan doğan güneş.” Bu cümleyi çocuklarına koymak istermiş; bekarlık zamanında hiçbirimiz bilmeden ben oğluma Doğan adını koymuşum. Kardeşim Suna, Güneş koymuş oğluna… Rahmeti kardeşim, büyük oğluna Tan adını, küçüğe Ufuk adını koymuş. Sonuç olarak istediği isimler, yeğenler ve çocuklarında hayat bulmuş; hepsinin kaderi güzel olsun…
Olaylar sağ- sol, Kürt-Türk kutuplarla parçalanmaya çalışılırken temiz insanlar…
Bir Ramazan günü iftar sofrasında elektrikler kesilir. Aylardan beri ani kesilmelerle, karanlıkta karanlık işler
karanlık fikirli kişiler iş başında olur.
Anadolu’da âdettir, her iftar sofrası misafirlerle bereketlenir.
O gün de terzi komşumuzu iftara davet etmiş, eş dost arkadaş hep birlikteyken karanlıkta ve yakından gelen silâh sesleri duyulur…
Yine bir olay oldu, diye sofradaki misafirler rahatsız olur. Lokması boğazında kalır Turgut’un, yutkunur;
hayrolsun, yine bir olay yine benim üstüme kalır diye içinden geçirir.
Kan davalı iki Kürt, komşularını elektrik kesilince kapıyı çalıp dışarı çıktığı anda öldürür! Olay maalesef, yine Turgut ‘un üstüne atılır.
İftar dönüşü eve gelince, polisler çok önceden bekler durumda…
Ne kadar şahit varsa, ne kadar masum olsa da günler ayları, aylar yılları kovalar…
1980 yazı, kızım Sinem’e hamileyim.
Mektup yazıyorum kardeşime cevap geliyor “Bacı burası Türkiye, satılan adaletten bir beklentim yok. eğer iki yalancı şahitle ipe gidersem şaşırma…” demişti ve öyle de oldu.
1980 haziran ayında cereyan eden bu büyük iftira, sekiz yıl sürdü.
Anne karnında kuyu macerası, yerini hapis ve hücrelerde başka sınavlarla takip edecekti.
Doğmadan önceki namazlarımı bile kıldım bacı derdi işkencelere göğüs gerdi… Her mahkeme, ayrı bir sıkıntı…
Erzurum, -40 soğuk…
Hücresinde sıkıntıdan iyice bunalmış.
Savunmasını Allah’a yapıyor sayfalar dolusu… Sesli okuyup yakıyor ağlayarak “Cevabımı senden istiyorum.” diyor ve uyuya kalıyor.
Uyanınca ufacık hücre penceresinde bir beyaz güvercin konmuş birbirlerine bakışları….
Kendini toparlayıp uyku halini atlatır. Ayağa kalkar, kuşa yaklaşır, eline alır. Ağlayarak dua eder:
“Çok şükür Allah’ım. Senin yanında doğru olduğumu bana gösterdin. Artık gam yemem, hiçbir şeyden. Sahte adaletle yalancı şahitle ipe de gitsem üzülmem.”
Mahkum yemekleri çok güzel; ama, o güzel yemeklere bir avuç kum atılınca yenmez hale gelir. O da kuşun nasibi olur…
3-4 ay kuşla yârenlik eder.
Erzurum cezaevinde satılmış adaletin 4 defa idam kararı…
8 yılının kaybolması…
Ankara’dan yargıtay reddederek, berat ister… Oyun içinde oyunlar, birbirini takip edecektir.
Sıradan bir iftira davası, siyasiye dönüştü.
Sonunda tarafsız mahkeme ile Erzincan cezaevinde iken babam rahmetli oldu. Bir ayda iki kez onu ziyaret etmiştik, şüphelenmişti.
4 Temmuz 1987’de hasretine dayanamadığı göz bebeği biricik oğlundan uzakta bir ikindi vakti komşu esnafın yanında evlerinin önünde, sandalyede otururken sendeler, komşular yardımına koşar. Elinden tutar bileğine sarılınca gözlerine bakar komşunun, ruhunu teslim eder.
Hemen doktora yetiştirirler; maalesef nabız yok, kalpten uçtu gitti babası, 4 temmuz 1987…
Acı hasret, ölüm…
1987’nin sonlarında berat ederken baba acısıyla içi buruktu Turgut’un. Erzincan cezaevinde Berat haberi ile gazetelere manşet oldu.
Geç gelen adalet …
Bir de derin devlet var, her dönemde maalesef…
Askerliği vardı sırada, üç gün izin verdi askerlik şubesi; hasret giderdi, sekiz yılın hasreti üç gün içinde…
Askerliğini Balıkesir Ayvalık ilçesinde kısa dönem olarak yaptı, geldi.
Ve oyuncular, oyunlar, tuzaklar devam ediyor… 1988 Nevruz Bayramı’nda toplandık, tüm kardeşler bir araya…
Küçük kızım yeşimle beraber gittik Iğdır’a…
Sevinçle üzüntü, öfkeyle nefret birbirine karışmış evin içinde bir gariplik sürüp gidiyor.
Miras davası başlıyor çok acı, çok yazık; kimse kimseyi anlamıyor. Kimse kimseyi dinlemek istemiyor…
Aman Allah’ım… Sonunda şükür anlaştık; İstanbul’da bir apartman, 8 daire, 4 dükkan alınacak… Hepimiz bir araya gelerek yılların hasreti son bulacak gelmeyen evini kiraya verir.
Hiç unutmam, “Bacılarım istiyorum ki, benin şemsiyem altında olun…” demişti.
Kabul ettik, tapu işleri bitti. Kardeşim İstanbul’a geldi, düşündüğü apartmanı buldu. Her şey yolunda…
Gidip bahçeyi satıp gelecek; gelince Hediye ve çocukları da getirecekti.
Bekliyoruz, bu gün yarın… Yok, içimize korku, düştü nerde?
Yok, yok, yok!
Sonunda acı gerçek ortaya çıkar
29 Ekim ava gider, kendinin av olduğundan habersiz… Günlerce fısıltı gazetesi… Sinsi emelleri anlamak imkânsız… Sözde arkadaşları arkadan vurdu, yakınları ava gitme demesine rağmen…
Ben kimseye düşman değilim niye benim düşmanım olsun hepimiz kardeşiz dese de…
Ekmeğimizi paylaştığımız soframızı paylaştığımız şerefsiz satılmışlar… O zamanlar kardeşimi 60 bin marka satmışlar… Ruhlarını şeytana satanlar…
6’şar gruplarla gittikleri avdan sadece kardeşim dönmedi!
Grup tümüyle sorgulandığı halde, derin devlet iş başında… Ağrı’ya gittiler söylentisi yayıldı. Ordu, polis, asker Ağrı dağını aramaya başladı; oysa tam tersi istikamette…
Ermenistan sınırına yakın Ağrı’nın eteklerinde üç gün işkencelerle…
Elleri arkasından bağlı ensesinden kalleşçe kalaşnikofla şehit etmişler! Öğlen suları bulunuyor, bütün şehir ayaklanmış, bulunduktan sekiz saat önce vurulmuş… Şafak vakti…
Tüm şehir ve köylerde matem oldu…
Kürtler, “Azerilerin Hz. Alisini öldürdük.” dediler.
1 Kasım 1988… Yaramız hâlâ kanıyor; şehidim ruhun şad olsun mekanın cennet…
1955’te gelişinle hepimizi sevindirdin; 33 yaşında ömrünün baharında, 1 Kasım 1988 gidişinle hepimizin yüreğini yaralı bıraktın… Selâm sana, şehidim…
Şimdi senin kutsal Hediye’n, iki oğlun ve maşallah 6-7 torunun var… Ve de onlarca yiyenlerin… Yattığın yer, nur olsun, canım kardeşim…
Eynimde köyneyim gardaş,
Nece olar görmeyim gardaş,
Zalim ellerde şehidim ah,
Nece men ölmeyim gardaş…
17.04.2017
Nihayet AĞÇAY
