18.09.2022 – Yazar :Sadık SOFTA
Türk Tarihi’nin beş bin yıllık mazisi olduğu bilinmektedir. Bu sure içerisinde türlü badireler atlatılmış ve bazan esarete bile maruz kalan Türk Milleti’nin, zamanın akışı içerisindeki durumuna bir göz atacak olursak; tarihin derinliği içerisinde, daima gecelerin koynunda, saman yolunun parlaklığı gibi, zaman çizelgesinde belirli ve debdebeli bir şekilde mevcudiyetini sürdürüp gelmiştir.
Millet olarak bizleri kimler tanır? Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları çok yakından tanıdığı gibi, dünya milletleri de çok iyi bilir Kahraman Türk Milleti’ni. Çünkü daima batıya ilerleyen Türkler, nihayet merkez diyebileceğimiz Anadolu’da son olarak karar kılmışlardır. Bu batıya ilerleyiş sırasında, Türk kimdir, öğretmişiz dünyaya. Karada ve denizde cengâverlerimiz, okyanusları bile harmanlayarak tekrar Hindistan’a kadar götürmüşlerdir bayrağımızı. Oralarda da dalgalanmıştır Türk bayrağı.
Ve son on asırdır Türk Bayrağı’nın dalgalandığı yer ise Anadolu’dur. Sayılmayacak kadar çok kalıntılarıyla geçmişimizi göze çarpan Anadolu’da, sadece Osmanlı İmparatorluğu yedi asır hüküm sürmüştür.[1]
Fakat en son yüzyılda içimizde yaşayan gayri Müslim teb’a ve bazı devletlerin hainane çevirdiği dolap ve entrikalar, bu devletin de zayıflamasına çökmesine neden olunca, Ata’nın önderliğinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur. Bu devlet bundan böyle sonsuza kadar varlığını sürdürecektir.
Çünkü bir zamanlar kendimizi tanıttığımız dünya devletleri, Türk gerektiği zaman neler yapabileceğini yakınen görmüş ve şahit olmuşlardır. Çünkü Türk: “Aşiretten bir devlet” ve yıkılan bir devlettin enkazı arasından tap tazecik bir Türkiye Cumhuriyeti çıkarabilecek bir güce sahiptir.
Tıp alanında yapılan yenilikleri ve mucizevi durumları aşağı yukarı hepimiz biliriz. İşte insan üzerinde akla hayale sığmayacak gibi görünen bu mucizevi durumları gerçekleştiren doktorların yaptığı işi, tarih sahnesinde Türk Milleti şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya koymuştur. Türkiye Cumhuriyeti kolay kurulmamıştır, bunu herkes bilir.
Biz burada umumi Türk tarihinden bahsedecek değiliz. Biz kadını ve erkeği ile tam bir kahramanlık ruhuna sahip olan Türk insanından, yalnızca bir parça diyebileceğimiz Çankırı insanından bahsedeceğiz.
Pek çok kaynaklardan öğrendiğimize göre, Çankırı M.Ö. 3000 yıllarından beri yerleşme merkezidir. Zaten Anadolu’nun aşağı yukarı bütün bölgeleri bu özelliğe sahiptir.
Çankırı’nın ilk Etiler döneminde önemli bir kent olduğu bildiriliyor. Roma, Bizans, Selçuklular zamanında sancak, Cumhuriyet’in ilanından sonra da il merkezi olmuştur.[2]
Çankırı Kadını Türk Kadınına Sembol Oluyor
Tarihini bu kadar verdikten sonra Çankırı’nın Kurtuluş Savaşı’ndaki durumunu kısaca vermek istiyoruz yazılarımızda. Bilhassa bütün Anadolu Türk Halkının göstermiş olduğu “Destan Kahramanlıkları”ndan bir pasaj diyebileceğimiz bir gerçekten bahsetmektir muradımız. Kurtuluş Şavaşı yapılırken Kastamonu-İnebolu Yolu ile gelen cephane yardımının, Anadolu içlerine ulaştırılması Çankırı üzerinden olmuştur. Tarihimizin bu karanlık günlerinde, Çankırı halkı üzerine düşen vazifeyi “Canını dişine takarak” yapmıştır. Gurur abidesi gibi duran Ilgaz Dağları’nı düşmanla uğraşması yetmiyormuş gibi, azimle aşmış ve gereken görevi çok şükür alnının akıyla ifa etmiştir Çankırılı. Hem de öyle bir başarı ki, ailelerde erkek kalmamıştır, savaş meydanlarında koştuğu için. Erine mermi, vatana yeni bir kan ve can ulaştırmak için de Çankırı kadınıyla erkeğiyle omuz omuzadır daima… Sevinçte de tasada da bu böyledir.
İşte Ilgaz dağlarında, soğuğa, sıcağa ve açıkça coğrafi bütün özellikleriyle de bir savaş kazanılmıştır Çankırı’da.
Türk Tarihi’nde görülen bu acı sayfalara zaman zaman rastlanır. Milletimiz öyle bir durumda bırakılmıştır ki, her şeyiyle tam bir yokluk içinde savaş vermeye zorlanmıştır. Bütün Türk cephelerinde durum aynı özelliği gösterir. Anadolu insanları çayına şeker bulamazlarmış da üzüm çiğneyerek içerlermiş o zamanında. Yürekleri sızlatan bu durum şüphesiz Çankırı’mız için de geçerliliğini koruyordu.
Tabiatıyla, yokluğu ile uğraşan Çankırı Kadını işte bu durumlarda bile büyük bir azim ve irade örneği göstermiştir.[3]
Cumhuriyet ilan edildikten sonra bazı “Türk Anaları” sembol olmuştur, Türk Kadınlarının Kahramanlığına. Bunlar Nine Hatunlar’dır, Kara Fatmalardır ve daha niceleri.
İşte bunlar gibi bir sembol daha vardır. Omzunda mermi taşıyan kadın figürü… İşte bu figüre vesile olan “Kahraman Türk Anası” Ilgaz Dağları’nda yollarla boğuşa, didine Anadolu içlerine cephane ulaştırmaya çalışan, “İsimsiz Türk Anaları’ndan” biri olan Çankırılı Kahraman Analardır… Karnını doyurmak için arpa ekmeğine bile hasret kalarak bu işi başaran ana.. Dünya üzerinde bunun gibisine her halde rastlamak mümkün olmasa gerek…
Yorgunluk, bitkinlik iliklere kadar sarmıştır. Ama Anadolu’ya taze kan gereklidir. Yetiştirilecek kanın metaı ise cephanedir, şüphesiz o zamanlar. Bu görevi ise eri savaşa gittiği için, analara ve bunların yanında gelinlere, kızlara, çocuklara düşmüştür bu iş… Ilgaz Dağı’nda bir kadınlar Kafilesi ilerlemektedir… Bacılar Ordusu’dur bu. Kastamonu’dan devraldıkları cephaneleri yeni cephelere, yine cephelere ulaştıracaklardır. Kastamonu-Çankırı Kadınları’nın meydana getirdikleri bu Bacılar Ordusu, kağnıların ağıtlarını dinleye dinleye ilerlemektedir yollarda.. Aralarında gelinler de bulunan bu kafilede bir çok yeni doğum yapmış gelin vardır. Kucağında yavrusu ve sırtında mermi taşımaktadır. Ilgaz’ın soğuğuyla karışık bir yağmur başlar bir ara. Ne yağmurdur o.. Genç gelin kundaktaki çocuğu çıkararak, kundağı merminin üzerine örter hemen. O mermi yüzlerce, hatta binlerce yavru kurtaracaktır, kendisininki gibi… Bu yağmurun ardından çocuğunu kaybeder… Yüreği parçalanır genç annenin. Zaten yürek mi kaldı ki vatan gidecek olduktan sonra… Ama o vatan gitmeyecektir. O vatan Türkün vatanıdır. O vatan Türk Anaları’nı bağrında barındıran, Ana vatandır; Anadolu’dur, Türkiye’dir.[4]
Bacılar Ordusu’nun görevi İnebolu-Kastamonu yoluyla gelen cephane ve yardımları, Çankırı üzerinden Anadolu içlerine kadar ulaştırmaktır. Bu uğurda seve seve canlarını ortaya koyarlar. Bu yardımlar canları pahasına da olsa Anadolu içlerine ulaştırmaya çalışırlar. Bu uğurda zaten neler feda edilmez ki… Feda edilenlerde değer doğrusu. Çünkü, bütün fedakarlıklar vatan – millet uğrunadır. Vatan olmayınca, millet olmayınca ne olabilir ki? Mertlik, namus, cesaret ve uğruna ölümü bile göze alabileceğimiz değerler topluluğunun ne kıymeti kalır ki! İşte Bacılar Ordusu bunu bilir, bunun şuurundadırlar.
Onları hiçbir kuvvet durduramaz… Ne acı, ne Izdırap, ne yalnızlık, ne de tabii şartların engellemesi. Hiç ama hiçbir şeye aldırış etmezler. “Hak bildikleri yolda daima yürüyeceklerdir.” Hem de her zaman ileri…
Onlar ne kadar ileri yürürseler, Türk Ordusu, o kadar başarı gösterecek ve o kadar azimli olacaktır. Gaye bu değil midir zaten? Bu gaye tek ve gizli bir slogan gibi bütün Anadolu insanı tarafından bilinmez mi ki? Elbette bilinecektir. Bilinmezse Kahraman Maraşlar, Aziziye Tabyaları ve nice destani kahramanlıkları başarabilir mi? Nice Sütçü İmamlar, Hasan Tahsinler ve binlerce isimsizlerin kahramanlıklarına şahit olunur mu? Oysa ki, Bacılar Ordusu’dur bu, Anadolu’dan bir parça… Elbette bilecek ve şuurlu hareket edecektir..
Yardım elleri, cephane ve benzeri şeylere uzanıp, türlü türlü eza ve cefa ile yerine getirilirken, bazan da Mustafa Kemal’in Ordusu’na katılmak isteyenlere uzanır…[5]
Gitmek isteyenleri yerlerine ulşmalarına yarım ederler.. bu kara gün dostu, vatan borcunu yerine getiren kadınlar, öyle kahramanlıklar yapmışlardır ki, insan yazıyla anlatırken güçlük çekiyor. İnanın bana o devirde yaşayan, o zamanı çocuk veya delikanlısı zamanımızın ihtiyar dedelerine rastlarsınız. Anlattırın o güneleri hele bir.. Ağlaya ağlaya nasıl anlatacaklardır Çankırı ve Türk analarının o müthiş kahramanlıklarını sizlere.
Bacılar Ordusu, görevini ifa ederken ne zorluklar çektiğini bir de Dr. Rıza Nur’un yazdıklarına göre anlatalım. Nur ne diyor ki:
“Ben, İnebolu-Ankara arası bu yolu, milli kıyam esnasında, sekiz on defa geçtim. Nakliyat kağnıları bu yolda olurdu. Yol, Ankara’dan İnebolu’ya kadar, bilhassa Çankırı-Kastamonu arasında, öküz, at iskeleti ile dolu idi. Her otuz adımda bir iskelet yatıyordu. Bu hal, bu yolun ehemmiyetini, bu yolda edinilen emek ve çekilen zahmetleri, verilen kurbanları gösterir. Kim bilir ne kadar da adam ölmüştür. Tabii onlar gömülü.
Bu şoydan giderken mühimmat naklederken kağnılara rast gelirdim. Bir kağnı ile iki büyük top mermisi naklediliyor. Yağmur var, ihtiyar bir köylü paltosunu çıkarmış, mermilere örtmüş, kendisi sırılsıklam. Şu mübarek Türk, mermiyi canından ziyade düşünüyor..”[6]
Bu kara günde canını zaten kim düşünür ki. Düşmanın nasıl bir sert kayaya çarptığını anlaması gereken bir zamanda gönül gönüle olmak gerekliydi ve öyle oldu. Bu iman ve heyecan seli karşısında sert kayaya toslayan hınçın dalgalar gibi, düşman parçalanarak yok oldu…[7]
İşte ay-yıldız Türk semalarında hala dalgalanmaya devam ediyor.. Kahraman memleketimizi harp sahasında mertçe yenerek yok etmenin imkansız olduğu da böylece (belki bininci defa olarak) ortaya çıkmış ve bu milletin büyüklüğü bir kez daha ortaya konmuş oluyordu.
Aslında Türkiye’de sadece Çankırı’da Bacılar Ordusu değil, bütün Türk topraklarında durum böyledir. Çünkü bir Türk Anası: “İçerinin karısıyım, dışarının erkeğiyim” diyerek Türk Kadını’nın kahramanlığını ve karakterini ortaya koyuyordu.
KARA FATMA
İstanbul’dan, İnebolu Yolu’yla Ankara’ya ulaşmak isteyen mebuslar, subaylar, erler ve memurlarla birlikte Anadolu içlerine ulaştırılan bütün cephanelerin nakil işleri Çankırı üzerinden olmuştur. Bacılar Ordusu’nda anlattığımız bu durum türlü meşakkatle de olsa yerine getirilmiştir. Bu görevin ifası sırasında çekilen zorlukları ve Türk Kadını’nın fedakarlığını konu edilen bir “Çarıklı Ana”dan bahsedeceğiz. Bu Kara Fatma’dır.
Bu anadan, İlkokul Müfettişi Tayip Başer şöyle bahseder: “Kucağındaki çocuğu ile kağnısını koşarak İnebolu’dan aldığı mermileri Ankara’ya getiren, Ilgaz Dağları’nı aşarken bin türlü meşakkate göğüs geren ve daha önce kocasını İnönü ve Sakarya boylarına uğurlamış bulunan ayağı çarıklı Türk Kadını da Çankırılı’dır. Onu görmek isteyen Çankırı’nın yarınki çocukları Çankırı’da Atatürk Anıtı’nın kaidesindeki kabartmada ve Ankara’daki Zafer Anıtı’nda mermi taşıyan köylü kadını görüp göğüslerini kabartabilirler…”[8]
“Çarıklı Analar”ın neler yapabildiğini, eksikleriyle de olsa vermeye çalıştık. Bacılar Ordusu’nun görevinden ve yaptıklarından bir nebze de olsa bahsettik.. Bütün bunlara ekleyebileceğimiz şeyler de var. Mesela Türk Analarının erinin yanında omuz omuza savaşmasından tutun da o savaş karşısında kendisine ve ailesine, çocuğuna zarar veren düşman askerinin peşine düşerek, esirler arasında bulup, boğazına sarılışı, istendiğinde neler yapabileceğini gösteren analar da var.. Erkeğine saygı ve hürmeti elden hiçbir zaman bırakmadığı halde, düşmanın topraklarımızda ilerlemesini protesto amacıyla haydutluğa yön tutmuş efelere korkusuz hareketiyle bir ders verir ki, o efe vakit kaybetmeden direk düşmanın karşısına dikilir. Kadının, nelere kadir olduğunu hep böyle dar günlerinde göstermiştir.
Bütün bu anlattıklarımızdan başka, sabanın tutağından yapışarak, tarlaya avuç avuç tohum saçıp, cephe gerisinde tırpan sallayan gene odur. Tarlasını sürer, ekinini biçer, harmanını ve hasadını alnının akıyla kaldırır. Çünkü beyi savaştadır. O, evinin tek hakimi, daha da önemlisi ailenin reisidir. Fırsat buldukça bağ, bahçe işleriyle ve hayvanlarıyla ilgilenir ki, memlekete savaşın verdiği yokluğu biraz olsun azaltabile. Yollara düşer ki, cephenin kendisinden beklediği taze kanı yani cephaneyi zamanında cepheye ulaştırabile.. Ve gerekliyse silah omuzlayıp, erkeğinin yanında kurşun sallar Türk Kadını.
Bir de Çankırı’nın nüfus durumunun ilginçliğinden bahsediliyor günümüzde.. bu ilginç özellik, Çankırı’da kadın nüfusunun erkeğe oranla fazla oluşu.. bunu neye bağlamalı acaba? Bize göre en önemli sebep tarihin akışı içindeki seyridir. Yakın tarihimizde, Çankırı görevini yerine getirmiş, kendisinden bekleneni fazlasıyla vermiştir, bütün Türk illeri gibi. Şöyle ki, Balkan Savaşı, arkasından I. Cihan ve hemen peşinden Kurtuluş savaşı birbirini takip etmiştir.[9]
Bu savaşlar Çankırı’yı tamamen bakımsız ve harap hale getirdiği gibi, genç-ihtiyar bütün erkeklerin cephelerde ya şehit, ya da gazi olduğunu duyuyoruz. O günleri gören bir büyüğümüz: “Merkeze gelen, dönebilen sadece otuz beş – kırk kişi dolayında idi. Onların da mutlaka bir organı noksandı. Kimisi kolunu, kimisi bacağını kaybetmişti” diyor. Bu kayıplar gerçekten çok büyük kayıplardı. Çankırı’da bulunan bütün alimler hemen hemen bu savaşlar sırasında yok olmuşlardı.
Destani bir kahramanlık, efsanevi bir cesaret gösteren Türk Milleti, bu savaşlarda da yine karakteristik özelliğini muhafaza etmekte olduğunu ispatlamış, tak bir yumruk olarak düşmanın can damarına çöreklenmiş, ferdi çıkar gözetmeden vatan uğrunda her şeyini feda ederek bitmez, tükenmez bir enerji, yıkılmaz bir azim ve çelikten bir irade göstererk layık olduğu yere ulaşmıştır…[10]
[1] SOFTA, Sadık, Karatekin Gazetesi, Yıl: 15, Sayı: 4330, 09.09.1983.
[2] SOFTA, Sadık, Karatekin Gazetesi, Yıl: 15, Sayı: 4331, 10.09.1983.
[3] SOFTA, Sadık, Karatekin Gazetesi, Yıl: 15, Sayı: 4332, 12.09.1983.
[4] SOFTA, Sadık, Karatekin Gazetesi, Yıl: 15, Sayı: 4333, 13.09.1983.
[5] SOFTA, Sadık, Karatekin Gazetesi, Yıl: 15, Sayı: 4334, 14.09.1983.
[6] NUR, Rıza, Hayat ve hatıralarım, C: III, s.588, 5889, Baskı: 1968
[7] SOFTA, Sadık, Karatekin Gazetesi, Yıl: 15, Sayı: 4335, 15.09.1983.
[8] BAŞER, Tayip, Dünkü ve Bugünkü Çankırı, s. 37, 1956
[9] SOFTA, Sadık, Karatekin Gazetesi, Yıl: 15, Sayı: 4337, 21.09.1983.
[10] SOFTA, Sadık, Karatekin Gazetesi, Yıl: 15, Sayı: 4338, 22.09.1983.