KARDA KIZAK
Çankırı’da kar yağınca bir hareketlilik meydana getirir, sohbete ve oyunlara daha çok zaman ayrılırdı. Kar yağışıyla birlikte “çekme helvası” yapılır ve o zamanlar, şimdi çocukların bile sık sık yapamadığı kızak kaymayı delikanlılar yapardı.
M. İhsan Ulusoy, “Kar yağınca hemen hemen her evde, eğlence için, sohbet için, ikram için, en sonunda yemek için yapılan çekme helvasının Çankırı evlerinde unutulmaz bir yeri vardı.” diyor. Bunu köylüsüyle, kentlisiyle bütün Çankırılılar da bilir,
Çekme helvasının yapılışını ise şöyle anlatıyor:
Çekme Helvası: Büyükçe bir divan sinisi ortaya getirilir. İçine tereyağı ile kavrulmuş un konur. Ayrı bir kapta eritilip kıvam haline getirilen şeker yuvarlak bir halka yapılarak unun içinde döndürülmeye başlanır. Bu işi beş altı kişi yapar ve bu döndürmeye belki de fırıldak vari olmasın diye çekme denir. Herkes döndürürken bu dönmeyi önüne doğru hafif hafif çekerek yapar. Bir hayli döndürüldükten sonra kıvam halindeki şeker, beyaz, tel tel leziz bir helva olur ki, hakikaten yenmesi insana zevk verirdi.
Nefesteki bir yanma, yanına konulan turşu ile güle oynaya yenişi Çankırılının önde gelen eğlencelerindendi.
Kızak Kayma: “Daha ilk günlerinde yüzünü ağartan kış yalnız kar ile kalsaydı; aklığını belki biraz muhafaza edebilirdi; fakat karını müteakip başlayan soğukları ona karşı duyduğumuz soğukluğu kat kat artırdı. Paltosu içine büzülüp yüzünü, gözünü sımsıkı sararak sokaktan geçenler kaymamak için bin bir ihtimam gösteriyorlar. Beş gün evvelki karlar yekpare bir buz haline geldi. Yanında bir kızak bulunsa istediğiniz yerde kolaycacık kaydırabilirsiniz. Geçen gün sokaktan geçerken birkaç çocuğun kızak kaydırdığını gördüm. İki dakika onları seyretmek istedim ayaklarımın donduğunu, kulaklarımın sızladığını hissettim. Başımı paltomun yakası içine saklamağa çalışarak kendimi soba başına attım, kardan, buzdan ve soğuktan habersiz, birer şalgamı andıran kıpkızıl çehreleri ile nasıl şen, kayınıyorlardı. Derecenin nakıs on sekizi gösterdiği bu zamanda üşümeden oynayan, kayan bu miniminilere imrenmemek kimin elinden gelir?… Ah!.. Çocukluk!…” [1]
Çankırı’da kışın kar yağışıyla başlayan diğer bir eğlencesi. Halid Emekli, “Güdük Minare Sokağı’ndaki Osmanlı Çeşmesi bayırı tarihi kayak yeri, birkaç yer daha vardı ama… Burası Osmanlı Çeşmesi… Çankırı’nın kış mevsimi en güzel kayak yeri idi. Akşamları özellikle su dökülür, sabaha kadar pırıl pırıl cam gibi buz olurdu. Artık akşama kadar şehrin gençleri burada kayığa binerlerdi.” diyor.
M. İhsan Ulusoy’un da kışın kar yağışıyla birlikte hatırladığı bir diğeri konu da kızak. “Kızak bugün de ufak çocuklarda tek tük görünen üst ortası tahta, alttan iki ayaktan müteşekkil bir kayma aleti. Bu kızağa eskiden çocuklar yerine delikanlılar binerdi. Mahalle arasında dik yokuşlu ve uzunca bir yer bulunur, karın biraz donması ile iyice kaygan hale gelen bu yerde o günün delikanlıları büyük bir zevk ve neşe ile kayarlardı. Bu kızaklarda, oturup ayaklar öne ve yukarı kaldırılarak kayılırdı. Bu da kahve, kafeterya bilmeyen o günün delikanlılarının önde gelen eğlencelerindendi. Yokuşun üstünden kendisini bırakan delikanlılar yıldırım gibi aşağı iner, sigara falan tanımadıkları için aynı hızla yıldırım gibi de tekrar yukarı koşarlardı ve bu eğlence de sürüp giderdi.” diyor.
Bu anlatılanların son dönemine ben de rastladım. Bilhassa akşam olunca, pek çok delikanlı kızak bile aramazdı. Meyilli sokakların başından koşarak gelir ve iki ayakları üzerinde jet hızıyla gidebildikleri yere keder kayarlar, bir bayram havası içinde güle oynaya kızakla kayanların arasına karışırlar, hatta bazen büyük ağabeyler, küçüklerin elinden onları incitmeden kızaklarını alır aralarında yarışlar yaparlardı.
Bunun bir de köy bazı vardır ki, hala bazı köylerde devam eder. Derme çatma, rast geldiği tahta parçalarından kızaklar yapılır, çocuklar onlarla kayarlar. Fakat bir de meşe yada ardıç gibi sert ağaç dallarından yapılan kızakların hızı çok müthiş olur.
Böyle bir kızak babam bana yapmıştı. Kızağın cüssesi benim cüsseme göre biraz daha büyüktü. Çeşmenin Dere’nin (Bozkır Köyü’nde) iki yanında yer alan tepelerden, köyden taraftakinde sürekli kayardık. Delikanlılar bazen bizleri görünce gelirlerdi ve benim kızağı alırlardı. Ben de kıramazdım, onlar gelince çoğu zaman benim kızakla onlar kayardı. Babam bazen görünce kızardı. Hatta komşu delikanlılara da söylermiş; “Utanmıyor musunuz, çocukların ellerinden kızakları alıp siz kendiniz kayıyorsunuz.” diye. Onun için babamdan çekinirlerdi. Benden isterlerdi. Bende verirdim. Hatta bazen ikişer kişi binerlerdi.
Kızak kaymayı o kadar iddialı sürdürürlerdi ki, yüz, yüz elli metrelik bayırdan aşağı hız kazanmak için, tepede geri geri gider, son sürat koşarak gelir ve birden kızağı yere bırakıp hızla üzerine oturuverirler, o tazyikle kızak bayır aşağı birden fırlar ve gittikçe de hız kazanarak dereye doğru adeta füze gibi giderdi. Hatta çoğu zaman hızlarını alamaz, dereye vardıklarında karşıya çakılmasın diye yönünü değiştirmeye kalktıklarında devrilirdi.
Soğuktan moraran ellerine ve dudaklarına aldırmazlar, bazıları ellerinin sızlamasını gidermek için karla ellerini yıkarlar, sonuçta tabi daha çok üşüyerek oradan ayrılmak zorunda kalırlardı.
Küçükler daha bir başka olurdu. Bazıları, yırtık pantolonlardan giren soğuğu bile aldırmazlardı. Delik pabuçların altından ipleri didik didik olmuş çoraplarının deliği de görünür, çıplak tabanları karın içinde olmasına aldırmaz yine şakalaşmalar, bağırış – çığrış içinde yapılan hırslı kızak yarışlarında kazanmanın övüncünü yakalamaya çalışlardı.
Mükafatı mı?…
Belli… Sadece ve sadece ben seni yendim diyebilmek. Dahası yok.
Bazen buna kendilerini öyle kaptırırlar ki, çoğu vazifelerini bile unutur, öğle yemek vakti geçer, hayvan sulama vakti hiç hatırlanmaz ve hala kızak kaymanın o doyumsuz keyfini sürmeye bakarlardı.
Sadık SOFTA
Eğitimci / Şair / Yazar
[1] B.B. Duygu Gazetesi, Yıl: 4, Sayı: 161, 9 Birinci Kanun 1933