Tabiatı dinliyorum. Diğer bütün sesleri bıraktım dikkatimin dışında. Meğer yapraklar dökülürken ağaçtan ne hüzünlü sesler çıkarıyormuş da yokmuş haberim. Hayatın gailesi ve şehrin yapay sesleri, telaşlı insan dilleri; nasıl da baskılamış tabiatın içli, ürkek, hüzünlü çığlığını. Önce yaklaşan bir ayaktan çıktığını zannettiğim için birkaç defa doğrulup baktım, balkonumdan. Göremedim kimseyi. Yaprakları sürükleyecek rüzgâr bile yokken nereden geliyordu yalnızlığımla arama giren bu kesik bu içli hışırtı?
İşte tam bu sırada gördüm, henüz tam da sararmamışken daldan dala çarparak henüz yeşilini soldurmamış yapraklara sürtünüp vedalaşarak inen o dut yaprağını. Sabahtan beri kim bilir kaçıncısıydı bu. Toprağın koynuna uzanıncaya kadar sürdü nidası ve sonra sükut. Sükut ve huzur. Geldiği yere dönmenin huzuru..
Derken bir başkası ve takip eden diğerleri…
Gözümün önünde biten hayatlara ne kadar körmüşüm meğer. Ne kadar sağırmış kulaklarım, bunca zamandır duymamışım hüzünlü vedaları. Ah yalnızlığım sen yine yat pusuya. Kimsesizliğimi besteleyeceğim bir başka anı bekle. Ben, Veda Busesi’nin içli nağmeleri çağıldarken ruhumda bana benzeyen renklerini toprağa sererek biten, biterken yiten; yiterken başlayan hayatlarla hemhalim şimdi.
Emine Özgenç