Siyaset ve Siyasetçiye Dair
19.01.2023
Amansız, tutkulu tartışmaların biricik teşnesi televizyon ekranları, gazete, sokak ve kıraathanelerde Türkiye bir günde yıkılır, gecekondu gibi bir günde de inşa edilir. Kaşla göz arasında partiler kapatılır, muhalefet iktidara getirilir; iktidar ise yerle yeksan edilir. Pişpiriklerin döndüğü kesif dumanlı salonların ortalarına kurulan sanal mahkemelerde ipe çekilen, ipten alınanların ardı arkası kesilmez. Birkaçı sehpada sallandırıldığında ülke ekonomisi, eğitim “şak” diye düzelecektir oradaki aklı evvellere göre… Kimi zaman yaka paça kavgalarla son bulan bu cebelleşmeler; tartışmacıları tanıdık, bildik, basmakalıp tabelanın işaret ettiği çıkmaz sokağa davet eder: “Dış Güçler!”
Dış mihrakların gecesi gündüzü Türkiye’dir. Sigara dumanı gibi elle tutulmayan bu sinsi, kurnaz dış düşman; sokaktaki simitçi, esnaf, sanatçı, siyasetçinin cebini, cüzdanını hedef alır. Kumpaslar üstüne kumpas kurar. Ülkeyi yıkmak, yakmak, batırmak, bölüp parçalamak ve yok etmek üzerine… “Ekonomik darboğaz, spor, sanat, müzik, eğitimdeki yetersizlik, geri kalmışlık ve evrensellikten uzak alt liglerde nal toplamamızın sorumluları kimler?” denildiğinde mürekkep yalamışından zır cahilinin sığındığı bahane ve günah keçisi elle koyulmuş gibi bulunur: “Dış Güçler!”
Suçlunun çarçabuk bulunması ancak bir türlü yakalanamaması -muhalefet ya da iktidar- siyasetçi cenahının hemen imdadına yetişir. Sütre, kamuflaj vazifesi gören bu algı duvarının arkasına çarçabuk saklanıp iz kaybettirme telaşına dahi düşmezler. Çevrelerinde yalancı hakikatlerine inanacak balık hafızalı zihniyete inançları tamdır. Üstelik saklandıkları duvarların çok şeffaf ve cam gibi berrak olduğunu bile bile! Saklanan, saklayan ve bu durumu izleyenler de gerçeği, hakikati bütün çıplaklığıyla bilmektedir. Bir kadın üzerinde hipnoz etkisini gösteren. “Çok güzelsin!” sözü gibi… Yalan da olsa!… Hakikate inanmak, onu kabullenmek cesaret ve fedakârlık gerektirir. Yalan ve yalan gerçeğe inanmak ise kolay ve masrafsızdır. Üstelik fedakârlık, dürüstlük gibi değerlere de ihtiyacı yoktur.
Suç ve ceza!… Dostoyevski’nin bu muhteşem eseri Rusya sınırlarını aşıp kıtalararası edebiyat, müzik, sanat, psikoloji alanlarını derinden etkilemiş, sarsmıştır. Eser, suçlu psikolojisi, suçlu davranışları konusunda hukukçuların dahi temel başvuru kaynaklarından birine dönüşmüştür.
İnsan, vicdan ve cüzdan üçlemesinin yaratığı girdabın o dehşet gayya kuyusu! Suç ve Ceza…
Roman kahramanı Raskolnikov kiraladığı derme çatma bir odada beş parasız, okuma mücadelesi vermektedir. Tahtakurusu, bit pireler ve açlık, yoldaşı; yokluk, kaderidir. Anne babasından kalan saat, elbise, palto, gocuğu tefeci bir kadına rehin bırakarak sefil öğrenciliğine devam etmektedir. Ancak karnı sırtına yapışmış bir beden ve çökmüş bir ruhla öğrenciliğe ve bu harabe hayata ne kadar tahammül edebilecektir! İç dünyasında verdiği uzun uğraş ve mücadele sonunda şeytanına ikna olur. Yaşı yetmiş işi bitmiş, bir ayağı çukurda tefeci kadını öldürüp evini soymaya karar verir. Şunun şurasında bir ayağı çukurda bir kadın için bu kadar para pulun ne gereği vardır? Oysa bir hırka bir lokma ekmeğe muhtaç sokaklarda sürünerek okuma uğraşı veren gencin hayatı kurtulacaktır. Üstelik annesi ve çevresine de yardım edecektir. O halde yaşlı kadın ölümü hak etmiştir. Hak etmediği de elinden alınıp ihtiyacı olanlara verilmelidir. Kendini buna alıştırmaya çalışır. Kadını hunharca katleder. Yükte hafif pahada kıymetli eşyaları, bir çuvala doldurup cinayet mahallinden kaçar. Çaldıkları eşyalar rahat bir öğrencilik ve güzel bir hayata yetecek kadar onu taşıyabilir. Okul eğitimini düzene koyar, sevgilisi Sonya’yı şımartacak kadar kıymetli hediyeler alır. Polis soruşturmalarından tereyağından kıl çeker gibi paçasını sıyırır.
Vicdanı peşini bir türlü bırakmaz. İçindeki ses, katil, acımasız biri olduğunu, kendisine ait olmayanı çaldığını defalarca suratına çarpar. Okul yolunda, çarşıda, pazarda ve hatta uykusunda bile… Vicdanı, her yakaladığında bedenini, ruhunu cırmalar, derin tırnak yaraları açar. Her pençede tırnak izleri daha da derinleşir, ruhunu paramparça eder. En sonunda sevgilisi Sonya’ya yaşlı kadını öldürdüğünü, para pulunu çaldığını itiraf eder. Çünkü bir ömür boyu yanlışlarla yüklü, hile hurdayla çalınmış hayatın üzerinde tepinen katil bedenini, cılız ruhunun taşıması artık imkansızdır.[1]
Başkalarının hakkını gasp ederek, onları itip yerlerine geçerek, omuzlarına basıp makam mevki edinerek suç ve cürümün arkasına sığınma: “Bunları kendimiz için değil, aile, devlet için yaptık.” bahaneleri bizim kolay sığınaklarımız, kamufle alanlarımızdır. Gönlümüzden değil dilimizden dökülen bu bahane sözleri vicdanımız harekete geçerek şiddetle reddeder.
Artık dil ve vicdan savaşında hangisi galip gelirse!…
Dostlar! Ringde yediği yumrukların acısı bir boksör için evine gidene kadardır. Sahadan yenik ayrılan profesyonel bir futbolcu da öyle! Bir sonraki hafta maçtan galip ayrıldığında yaşadığı stres, sıkıntının yerini kısa zamanda zafer sarhoşluğu alır.
Oysa siyasetin mağlubiyeti öyle mi? Bıçak yarasının acısı ve gönül yarasının sızısından daha ağır, sancılı ve şiddetlisi…
Parti merkez yönetim kurulu üyeliğinden el çektirilmesi, belediye başkanlığı, milletvekili seçim yarışındaki kayıpları; mağlup siyasetçi, ailesi, seçmenleri üzerinde deprem etkisi yaratır. Adeta 7, 7.5 rihter ölçeğinde bir deprem olmuş da enkaz altında kalmışlar gibi… Yenilgiyi kabul etmek, sindirmek zordur. Hele bir iki dönem milletvekilliği yapmışsa, parti merkez, il ve ilçe teşkilatlarında otorite, yetki ve söz sahibi biri ise… Oyun dışı bırakılmak, etkisiz eleman durumuna düşürülmek!.. Siyasetten el etek çektirilse dahi mezara kadar acısı, ağır faturası sırtında kambur olarak kalmaya devam eder. Eli ayağı titrerken ve dahi bunama emareleri gösterirken müridine el vermiş şeyhler gibi oğlu, kızı, gelinini… olmadığında yeğen, hısım, akrabaları siyasetin içine sürmeye çalışır. Devlete, millete ruhunu, bedenini adadığını fırsat bulduğu kalabalık ortamlarda coşkuyla anlatırken koltuğun tatlı ihtişamı, uzatılan mikrofonlar, meclis binası ya da parti merkez kapısında bekleyen onlarca kameralar, resepsiyonlar, etkinlikler ve gittikleri açılışlarda “Sayın milletvekilim, başkanım, bakanım” sözcüklerinin sihrine tutkusunu bir türlü itiraf edemez.
Kanun ve yasaların bize dokunmayacağı ayrıcalıklar isteriz. Her zaman her yerde illegal, yanlış, suçun bil fiil müsebbibi, zanlı şüphelisi olsak da kanunun kaleminin önümüzde eğilmesini isteriz. Toplumun her kesiminden bürokrat, iş adamı, devlet memuru, seçilmiş, atanmış, sanatçı, simitçi, akademisyen… hepimiz yasalar önünde ayrıcalıklı insanlar olmak istiyoruz. Trafik kuralları, ya da toplum kurallarını çiğneyip ceza ile karşılaştığımızda avukat, savcı, milletvekili amca, dayımızı aramaya çalışıyoruz. Başkalarına yapılan haksızlıklar, yanlışlıklar ve hakaretlere üç maymunu oynarken kendimize ve bizim safımızdaki yoldaş, dostlarımıza en ufak bir taciz, imada aslan kesilip karşımızdakini paramparça edip yok etmeye çalışıyoruz. Soluğu hemen mahkemelerde alıp on binlerce liralık tazminat davaları açıyoruz.
Milletin vekilinin devletin tahsis ettiği makam aracını bırakıp şahsi özel arabasıyla ev aile ziyaretine gittiği memleketinde şoförünün trafik kuralları ihlali neticesinde polis arabayı durdurur.
Hanımefendi milletvekili arabanın arka koltuğundan başını çıkarıp polise bas bas bağırıyor. “Sen benim milletvekili olduğumu bilmiyor musun? İki de bir neden durduruyorsunuz? Haddinizi bilin, sürdürürüm, süpürürüm sizi vs. vs.!”
Araba resmi plakalı değil. Arabanın içinde milletvekili olduğuna dair bir yazı, işaret, emare yok. Kaldı ki trafik kuralı ihlalinde resmi plakalı olsa dahi polis durdurmuşsa, görevini yaptığı için polis memuruna teşekkür etmesi gerekmez mi?[2]
Yirmi yirmi beş yıl milletin meclisine kapak atıp millet hayrına parmağını dahi kıpırdatmayı zul sayan, sokak, köy ve pazarda gariban bir çocuğun başını sıvazlamaktan aciz ve uzak, donuk, tutuk suratlı, parti ve parti başkanına güzellemeler dizmekten öteye gidemeyen, “Bu memleket için ne yaptın?” diye sorulduğunda, mikrofonu eline alıp saatlerce tamtakır, kuru bakır, hamaset yüklü ifadeleri karşısında ekran başındaki vatandaşları gözyaşı döktürecek “dışı cilalı, içi vayvaylı siyasetçiler!…”
Parti liderinin bir işaretiyle “Lo Taşı” gibi beş altı dönem meclis koltuğuna yerleşip göbek bağlamaktan ona buna laf yetiştirmekten başka bir işe yaramayan vekiller!
Doğudan, batıdan Türkiye’nin her bölgesinden hangi parti, hangi iktidar gelirse gelsin amca, dayı, soy sop, aşiretten biri ya da birkaçı iktidar partisindendir. Bir başka ifadeyle devleti yönetenler grubu içinde yer alır. Dünya yıkılsa dümenini her zaman döndüren, kıyak devlet ihaleleri ve kasalarından elleri hiçbir zaman eksik olmayan aileler!
Milletvekilimizin ayrıcalıklı, dokunulmazlık zırhı! Yetmiyor, eşine, çocuklarına, torunlarına, tanıdıklarına da bu zırhtan istiyor. Bürokrat, asker, akademisyen, siyasetçi emekli oluyor (adı üzerinde emekli) yine aynı hayatı istiyor. Kendisine uzatılan mikrofon, kameraları ısrarla istiyor. Dokunulmazlık, imtiyazlı ayrıcalık, “beyaz!” olmanın çok ötesinin sınırlarını son kertesine kadar kullandığı yetmezmiş gibi eşi, çocukları, yedi sülalesi ve dostlarının da bu nimetlerden yararlanması için olanca gücünü, bütün ömrünü bu amaç uğruna sarf ediyor. Sanki bu gariban halk onu meclise sadece kendi sülalesinin padişahı yapmışçasına!… Öğretmen, memur, işçi, yönetici, milletin vekili, sanatçısı… hepimiz ayrıcalıklı olmak uğruna, kural-kanun, yasaları aşa aşa, vicdanları kanırta kanırta, zayıfların omuzlarına basa basa…
İş dünyasında kişisel beceriksizlik ve hırslarına yenik düşüp bedelini işçilerine ve memlekete ödeten müflisler; kumar, eğlence düşkünlüğü, ailesinin savurganlığı sonucu sıfırı tüketen, mecliste, devlet yönetiminde dayı, amca, eş-dost arayarak yağlı ihale peşinde koşanlar! Siyaset ve devlet makamında hangi parti ve yönetici olursa olsun her dönem dümenini döndüren devlete ve millete bir kuruş hayrı olmayan fırıldak iş adamları! Onlar da ayrıcalık, imtiyaz istiyorlar.
Yıllar önce medyayı uzun süre meşgul eden devletteki çete, çeteleşme konusu üzerine on-on beş yaşındaki çocukların -büyüklerin bile altından kalkamadığı- sorunları siyaset meydanında tartışmalarının eğitim ve çocuk psikolojisi açısından ne kadar tutarsız ve yanlış olduğuna dair bir kelam bile edilmemesi içler acısı bir durum!
Bu duruma seyirci kalan, üniversite kürsülerinde ömürleri geçen eğitimci, pedagog, psikologların sus pus olmasına ne demeli! Kin ve nefret tohumlarını çocukların dünyasına ekip zehirlemenin kime ne faydası var?[3]
İstanbul Avukatlar Baro Başkanlığı seçiminde Ankara meydanlarına düşen cüppeli avukatların yaka paça polislerle kavgaları hoş bir görüntü müdür? Oysa bu avukatlar, sınavlara girselerdi savcı, hâkim olacaklardı. Kaldı ki savcı, suçlu, karar veren ve savunucu mekanizması içinde yasalara uyma, koruma ve kollama noktasında en az hakimler kadar görev ve sorumlulukları olan kanun adamlarıdır. Yasa koyucu, yasa uygulayıcılar, hak ve hukuklarını koruma ve savunma noktasında meydanlara düşüp kanunsuz gösteri yapanların usul ve tarzını uyguladığında bunu çocuklarımıza gençlerimize nasıl anlatacağız?[4]
Birkaç dönüm tarlasını sürmek için bir çift öküz yerine traktör sevdasıyla 1960’larda gurbet yollarına düşüp Almanya’ya giden gariban köylümüz: “Elin gavurunun madenlerinde, dağında, şehrinde çalıştığım gibi kendi memleketimde çalışsaydım benim en az elli dönüm tarla tapanım, iki traktörüm olurdu!” der.
A benim gariban köylüm! Mevzu çalışmaksa… Kendi memleket, yurdunda çalışmana engel neydi? Gurbet yollarına düşmek yerine o azim ve sebatı gösterip kendi topraklarında çalışıp ter dökseydin tarla tapanın, bağın bahçen olacaktı. Köylü, çiftçi, işçi, memur, öğrenci, öğretmen! Tembelliğe bahanelerimiz çok. İlk, orta, lise ve üniversitelerdeki eğitim- öğretimin perişanlığı… Ne bakanlık, ne öğretmen, ne aile ve öğrenciler ne de akademisyenler! Suç, cami şadırvanına terkedilen kundaktaki çocuk gibi… kimse sahip çıkmak istemiyor.
Gazeteci, siyasetçi, eğitim camiasının yanlışları arasından doğruyu, güzeli mumla aramak ne kadar vahim!
Basın, siyasetin çarpık mekanizması arasında gırla giden yanlışlar, toplumu ve kamu vicdanını sızlatan suçlar, nahoş olaylar!… Müsebbibine bağlı olarak toplumun göstermesi gereken tepkinin dozaj ve şiddeti ay ve güneş gibi değişkenlik göstermekte… Kanun ve yasalar önünde bu menfur cürüm, suçun faili: “Benim zihniyetimde ise başka, senin zihniyetinde ise başka!”
Üniversitelerde rektör seçimi… 15 Temmuz darbesinden sonra yasa değişikliği gereği seçim yerine atama usulü yürürlüğe girdi. Üniversitelerden -genel anlamda- pek ses çıkmadı. Birçok üniversite rektörü atandı. Boğaziçi Üniversitesine gelince akademisyenler, öğrenciler protestolara başladılar. Geleneğimizde rektörün Boğaziçi Üniversitesinden olması gerektiği gerekçesini öne sürdüler. Atanan rektörün Boğaziçinde doktora yaptığı ortaya çıktı. Akademisyenler “Rektörü biz içimizden seçeriz, demokratik hakkımızdır.” diyerek protestolarına devam ettiler.
Soru: Bilimsel, kurumsal, yasal ve etik değerleri ortaya koyarak bu yasa çıktığı zaman neden itiraz etmediniz? Orada duruşunuzu neden sergilemediniz?
Kaldı ki yasa çıkmadan önceki dönemlerde rektör seçimleri, seçim dönemlerinde akademisyenleri bilimsel çalışmalardan uzaklaştırıp travmatik bölünme ve tarafgirliğe zorlaması, kazanan kaybedenler arasında rövanş hesaplaşmasına dönüşmesi herkesin malumu. YÖK’e giden altı adayın üçe indirilerek Cumhurbaşkanlığı önüne getirilmesi, birinci sıradaki aday 500 oy alsa dahi üçüncü sırada üç oy alan adayın rektör atanmasının neresi demokratik seçim, neresinde özgür üniversite anlayışı var?
Olimpiyat yarışmasında birinci olan atletin yerine üçüncü atleti birinci seçen hakem kurulunun binlerce seyircinin önünde bir de madalya seramoni gösterisi ne kadar doğru, ne kadar adaletli!
Boğaziçili değerli meslektaşlarımız: “Diğer devlet ve vakıf üniversitelerinden daha farklı ve ayrıcalıklıyız. Bilimsel veri ve istatistiklere göre ülke ve dünya sıralamasında çok ilerideyiz. Patentler, ülke bilimine, eğitimine katkılarımız şu, Konumumuz, misyonumuz bizi diğer üniversitelerden ayrı kılmaktadır. Biz ve bizim gibi üniversiteler, bütçeden daha çok pay almalıdır. Rektör, dekan ve idari seçimlere Boğaziçili akademisyenler karar vermelidir. Konuyla ilgili meclisten yasa çıkarılmalıdır.” gibi bilimsel ve yasal, kendilerine göre haklı nedenlerini ortaya koyar, iktidarı, toplumu ikna ederseler bu mesele, mesele olmaktan çıkar.
Bilimsel üretkenlik, katma değer açısından üniversitelerin statüleri, akademisyenlerin performansı 2023 seçimlerinden önce seçime girecek partilerin, milletvekili aday adaylarının ele alacağı temel konulardan biri olmalıdır. Lisans, lisans üstü derslere giren, doktora öğrencisi yetiştiren, öğrenci ve asistanlarını yanına alarak ulusal ve uluslararası konferanslara, sempozyumlara götüren, bildiri sunan, makaleler yazan, projeler üreten profesör! Diğer yanda sadece derslere giren, doktora öğrencisi yetiştirmeyen, bir iki yıl içinde bir makale dahi yazmayan profesör! Akademisyenlerin performansı, ulusal ve uluslararası bilimsel etkinliklerine göre maaş politikası… Üretmemekte ısrar eden akademisyenlere uyarı, maaştan kesme, kadro iptali… ABD usulü! Ne kadar ekmek o kadar köfte… Sütre arkasına saklanmadan, gizlenmeden… Vur abalıya… Hep siyasetçilere olacak değil ya! Biraz da kendi cenahımıza!
Türkçe, Türk edebiyatı, sanat ve kültürü alanında objektif çalışmalar yapan bilim adamı, araştırmacı, yazar çizer, sanatçı ve tarihçilere Türk toplumu sempatiyle bakar. Türk dostu Piyer Loti, Gustave Floubert, Alphonso Lamartine gibi… İstanbul caddelerine isimleri verilir. Kırık Türkçeleriyle konuşan Avrupalı, Asyalı turiste, Türk esnafı ailesinden biriymişçesine babacan davranır, ilgilenir. Üniversite camiasında da… Türkçe, Türk tarih ve kültürü alanında yüksek lisans yapan Japon, Alman, İtalyan hangi ırk ve kültürden olursa olsun. Bu araştırmacı, akademisyenleri yere göğe sığdıramayız, evin çocuğuymuşçasına…
Arap dünyasına bakıldığında Türk kültürü, sanatı, edebiyatı hakkında araştırmalar yapan kaç gazeteci, bilim adamı vardır sizce? Mısırlı Muhammed Harb Necip Fazıl’ın şiir ve öykülerini Arapça’ya çevirmiştir. Nobel ödüllü Orhan Pamuk’un eserleri de… Bunu tarihi sürece yaydığımızda bir elin parmakları kadar geçmez.
Aynı soru dünden bugüne Arap penceresinden…
Arapça, Arap kültürü, sanatı ve halklarına kalemi, bedeni, ruhu ve gönlünü adayan kaç Türk din adamı, yöneticisi, taciri, sanatçısı, edebiyatçısı vardır?
Selçuklulardan günümüze kadarki sürece bakıldığında… Devlet dili, diplomasi dili, edebiyat dili… Devlet bir yana kurulan Türk İmparatorluğunun dili Arapça! Arap kültürü, sanatı, edebiyatı hakkında yazan Türk edip, şair, sanatçı yazarların sayısını varın siz düşünün!
Türkiye’deki Siyasal Arapçı köşe yazarları, bürokratlar, politikacılar, din adamları Filistin meselesi, İsrail konusu geldiğinde -sol olsun, sağ olsun- Türkiye’yi yöneten iktidarı, Türk Devletini yerden yere vurma konusunda mangalda kül bırakmazlar. Aynı sert eleştirilerini Arap ülkelerinin yöneticilerine gelindiğinde dut yemiş bülbüle dönerler.
Türk aydını ve gariban, saf Müslüman Türk halkı; önünde aşılmaz deniz, geçilmez deniz gibi önünde duran dil, din, kültür ve tarih meselesini çok iyi analiz etmesi gerekir. Sokaktaki insan, işçi ve memurun önce kendi ülkesine sonra Batı, Doğu, Asya, Türk Dünyası ve Arap Dünyasına bakışı, ülkenin dış politikasının sağlam temeller üzerinde sürecini belirleyecektir. Bu saatten sonra sosyolog, aydın, gazeteci ve akademisyenlerinin masasındaki en önemli konu, 2023 sonrası geleceğin Türkiyesi olmalıdır.
İlke, prensip, hukuk ve vicdandaki tutarsızlıklarımız bizi mahvediyor.
İşte uzun zamandır medyanın gündeminden düşmeyen Cumhurbaşkanının üniversite diploması meselesi? “Günaydın.” ve “Geçmişler olsun!” Bu saatten sonra bunun ne önemi var!
Türk siyaset tarihine damgasını vuran Kıbrıs Fatihi, solun kahramanı, devlet adamı, dürüst politikacı olarak bilinen Bülent Ecevit Başbakanken neredeydiniz? Neden o zaman devleti yönetecek lider, parti başkanı en az üniversite lisans mezunu olmalı diye hukukçularınız, kanun koyucularınız ve kamu vicdanı harekete geçmedi? O mesele o gün çözülseydi, bu kadar tavanda su dövülmez, devlet ve milletin gündemi de boş yere meşgul edilmezdi.
Bu tutarsızlık, bu çelişki, neden-sonuç ilişkilerindeki ilkesizliğin bir başka örneği de vekil seçimleri!
Siyasetçinin nasıl oluru, seçilmiş/ seçilecek siyasetçilere yönelik partilerin tutum ve tavırları da çok kafa karıştıran cinstendir. Bunda medya ve sözüm ona aydın kesimin de çanak tutması tartışma konusudur.
Millet meclisine gönderdiğimiz vekillerin en önemli özelliği halk iradesinin yasa koyucu mecliste tecelli etmesidir. Bir başka ifadeyle seçtikleri vekillerin- kendileri adına- yasa koyucu nitelikleri taşımasıdır. Hukuk, eğitim, güvenlik, sosyal haklar, kültür, sanat … hülasa bu toplumun kurallar bütünü çerçevesinde yaşamasının teminatıdır seçilmiş vekiller! Tartışmasız seksen beş milyon insanın arasından çıkmak önemli, şerefli bir görevdir. Aynı zamanda büyük bir vebal ve sorumluluk taşıyan makam, unvan!
O halde bu makama gelen/gelecek mebusların toplumda bilgi, birikimiyle saygın, temsil yeteneği güçlü, ufuk vizyon sahibi vatandaşlar olması… Dahası eğitimli, donanımlı, ahlak, görgü kurallarıyla farkındalık yaratan yardımsever kişilikte olması… Zahiri ve batıni yasa, kanunlar çerçevesinde illegal, adi bir suça bulaşmamış devlete vergisini ödemiş, erkekse askerlik görevini yapmış, -mümkünse-trafik cezası bile yememiş, ailesi çoluk çocuk ve akrabalarından herhangi birinin adi suça bulaşmamış, ceza ve tevkif almamış olması… Seksen beş milyon arasından yasa koyucu olarak meclise gönderilecek vekillerden beklenen asgari ve olağan özellikler bunlar olsa gerek.
Ancak gelin görün ki seçim sath-ı mailinde parti başkanları, merkez yönetim kurulları, il ve ilçe başkanlıklarının suça boğazına kadar batmış, ihalede yolsuzluk, rüşvet, irtikap, taciz vd. adi suçlarla anılan soruşturma, kovuşturması tamamlanmadan ve hüküm cezasını tamamlamadan hapishane, karakollardan terör iltisaklı şahısları, sözüm ona sanatçı, gazetecileri vekil aday göstermeye yönelik devşirme çalışmalarına ne demeli? Sol, sağ, muhafazakar, sosyalist, vd. hangi akım ve ideolojinin takipçisi isek yasa koyucularımızı hapishane, karakollarından arama çabalarına düşmüşsek bunu çocuklarımıza nasıl izah edeceğiz?
Ömründe bir trafik cezası bile almamış, işinde gücünde, bulunduğu bölge ve halk arasında sevilen, sayılan bilgili, donanımlı, estetik kaygı ve değerleri yüksek hukukçu, eğitimci, doktor, emekli asker, hemşire, iş adamının köküne kıran mı girmiş?
Oysa askeri okul ve devlet kurumlarına giriş, basit bir memurlukta bile yedi sülale araştırılıyor. En ufak adi bir suç söz konusuysa devlet kapıları bir daha açılmamak üzere ardına kadar kapanıyor. Devletin kurum ve kuruluşlarında en alt birimden en üst birime kadar görev alacak işçi, hizmetli, görevli, memur hakkında soruşturma yapılması da son derece doğaldır. Bir ağaç için bir kurt, bir ordu için bir nal misali!
1988’li yıllar… ABD başkanlık seçimlerini hatırlayınız… Açık ara önde giden Yunan asıllı Michael Dukaskis başarılı bir seçim propagandası yürütürken rakiplerinin medyaya sızdırdığı üç dört ay alkol bağımlılığından hastanede yattığı gündeme gelince apar topar başkanlık yarışından seçilmek zorunda kaldı. Hırsızlık yok, rüşvet ağına bulaşmak yok, yolsuzluk yok, aile, adam kayırma yok… Olan biten sadece alkol nedeniyle hastanede birkaç aylık tedavi süreci… Kanun ve yasa çerçevesinde herhangi bir mani olmasa da kamu vicdanı önünde süreci devam ettiremeyeceğini anlar anlamaz bıçakla kesilmişçesine siyaset sahnesinden çekiliyor.
Günümüz şartlarında iletişim ağlarının yatak odasına kadar girdiği bir dönemde sokaktaki vatandaştan devleti yönetecek politikacı siyasetçilere varıncaya kadar, tutarlı, düzenli ve istikrarlı bir hayat sergilemek zorundalar. Ağızdan çıkan söz artık kurşun gibi… Geriye dönüşü yok. Isıtılıp ısıtılıp temcit pilavı gibi siyasetçinin önüne getiriliyor.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen seçildiği bölgeden gelen hastaları, ev yurt arayan öğrencileri, otobüs, tren garında bizzat kendileri ya da danışmanları karşılayarak hastanelere yatıran, derman arayan, yer yurt arayan vekillerin de olduğunu da hatırlatmakta yarar var.
Arzumuz mecliste ya da meclis dışında -muhalefet ya da iktidar- Yeşilçam yıldızlarından rol çalmadan, trübünlere oynamadan, ciyak ciyak bağırmadan bu memleketin bütün çocuklarının geleceği adına hakkı, hakikati savunan, yanlışın karşısında duran, öfke ve nefret dilini kullanmak yerine barış ve dostluğun dilini kullanan vekillerin sayıca daha da artması!
1967’den itibaren devletin, milletin zaaflarından yararlanmış, dini değerler üzerinden hareketle eğitim maskesini giyerek kırk, kırk beş yıl bu topraklarda devlet millet menfaatine olmayan, dış güçlerle ince hesap, ayarların peşinden koşturan ve son yıllarda iktidar, devlet ferasetiyle zararlı, yıkıcı hatta terör ve terörist kategorisinde sınıflandırılan örgütle ilgili partiler, parti sözcüleri sürekli birbirini suçlamaya ve aklama, aklanma yarışı, telaşı ve gayreti içindeler. Bir insan ömrü ortalama yetmiş yıl olduğunu düşündüğümüzde her Türk vatandaşı bu yapılanmaya on on beş yaşından beri uzaktan yakından şahit.
Bir çilingir sofrası kurulmuş ki akşamcısı, sabahçısı, işçisi, memuru, bürokratı, sanatçısı, eğitimcisi, yaşlısı, genci ağzına bir damla bile içki koymayanı, kadını, erkeği bu çilingir sofrasında bilerek ya da bilmeyerek, ya da isteyerek toplanmış. Kasap, manav, garsonu, taksicisi hülasa kasabanın her kesiminden dolaylı ya da dolaysız bu çilingir sofrasına yiyecek, içecek taşınmış. Bu sofrada sadece su içenler bile farkında olmadan rakılarını içmişler. Akşamcılar hakeza… Kasabanın birkaç delisi uyarmaya çalışmış ama kimse dinlememiş. Hepsi masada sarhoş olmuşlar. Sabah uyandıklarında ise ceplerindeki evlerindeki ziynet eşyaları çalınmış. Hayvanları çalınmış. Herkes birbirini suçlamaya başlamış. Bu işte masum kişi aramaya başlamışlar hiç kimseyi bulamamışlar.
22-25 Aralık, 15 Temmuz öncesi ya da sonrası… Senin partin bu örgüte bulaşmış, hocaya selam vermiş. O da selamı almış, şuymuş, buymuş!
2023’te medyada, televizyon ekranlarında gazeteci, siyasetçilerin kör dövüşünü artık okumak ve seyretmek istemiyoruz. Partiler, milletvekili aday adayları, devletin yasama, yürütme organları! Yasalar çerçevesinde devlet, millet aleyhinde faaliyet gösteren, topluma zara veren şahıs ve örgütlerin yaptığı yazılı, sözlü, yıkıcı silahlı eylemler, karşısında Yüce Türk Adaletine hesap vermek zorundadır. Devlet millet menfaatine yararlı işler ödülü, zararlı işler de cezayı gerektirir. Suç asla şımartılmamalıdır. Suçun rengi yoktur. Suçun ve suçlunun hukuk ve kamu vicdanında sempatik bir tarafı da yoktur.
Toplumsal travmalarımız, savrulmalarımız adalet, hak hukuk konusundaki tutarsızlıklarımız, sosyolog psikologlarımızın yıllarca uğraşıp bir çözüme kavuşturamayacağı sorun yumağına dönüştü.
Oysa beyin, kalp ve dil üçgeninde akıl ve muhakeme gücümüz devreye girdiğinde: 1.“Yanlış” her yerde, her kesim tarafından “yanlış” olarak kabul görmesi gerekir. 2.Doğrular bütün toplumun her katman, hukuk ve vicdanında aynı değer ve ağırlıkta olmalıdır. 3.Halkı temsil eden ve halkın içinden meclise giden yasa koyucular, hukuk çerçevesi ve kamu vicdanında öncesi ve sonrasıyla temiz ve saf olmak zorundadır. 4. Devletin vermiş olduğu ayrıcalık ve imtiyaz sınırları, görev süresincedir. 5.Birey, toplum, kurum ve kuruluşları yaralayan, ötekileştiren ve kamu vicdanını kanatan davranışlar, hakaret ve eylemler yasalar önünde kim ve nereden gelirse gelsin kovuşturma, soruşturma sebebidir.
Önümüzde 2023 seçimleri! Türkiye, Bölge coğrafyası ve dünya için çok önemli! Partiler, parti başkanları, parti taraftarları, seçmenler, seçilecekler için de bir o kadar önemli. Seçmenin oy pusulasını, kalbur yerine ince elekten geçirip oy sandığına atacağı bir zaman. Keza parti liderleri, merkez yönetim kurullarının da seçmen önüne çıkarken plan-programları ve vekil adaylarının ince elekten geçireceği bir dönem.
2023 seçim arefesinde kanun koyucular o halde hemen harekete geçmeli. Milletvekili, bakan, cumhurbaşkanı, bürokratlarda aranan nitelik ve özellikler tekrar gözden geçirilip eksik yasalar varsa çıkarılmalı. İşsizlik, enflasyon… Ülke ve devlet sorunları ayyuka çıkmışken suni gündemlerle toplum meşgul edilmemeli!
Siyaset, eğitim, üniversite camiasından sonra bu sözümüz de topluma!
Mahalle, köy, kasaba veya ilçelerimizde çocuklar, gençlerimize örnek, rol model olabilecek bir öğretmen, memur, sporcu, sanatçı, siyasetçi kalmadı. Köküne kibrit suyu döküldü sanki. Başarı, dürüstlük ve erdemi reytinglere kurban ettik. Sanat ve mesleğinde dirsek çürütüp, yüzlerce kitap okuyup, bilgi ve becerilerini geliştirmek topluma katkı sağlamak için ter döken sanatçı, bilim adamı, meslek erbaplarının papuçlarını dama attık. Özü sözü bir, işi, emeği ve alın teriyle bu memleket için çabalayan siyasetçilerimizi de siyaset çarkının değirmen taşlarında övütüp yok ettik. Bir gecede şaklabanlıklarıyla, ter dökmeden yorulmadan ve emek vermeden bir kısım zevatı da sanat, edebiyatın şahikası, şöhret yaptık, başımıza taç ettik. Eğitimi test sınavlarında beş şıkka indirdik. Öğretmeni de gardiyan gibi gözetmen yaptık.
Oysa Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda küçük, kara yağız cesur yürek öğretmen kızımız “Avar” vardı. Gittiği dağ başlarında köy mezralardan tayini başka bir yere çıktığında arkalarından gariban halk: “Kızımı da götür Avar!” diye ağlaşıyorlardı. Çoluk çocuk, kadını kızanları okusun adam olsunlar. Aile, memleketlerine faydalı insan olsunlar diye…
“Gittiğin yerdeki okula bizi de götür Avar! Kızımızı, oğlumuzu, eşimi, annemi babamı! Hatta bu memleketin siyasetçisi, sanatçısını… Camsız, kapısız, sırasız okulların birinci sınıfına bizi de al! Soğuk kış günlerinde ellerimiz titreye tahtaya kaldırıp yazmayı, okumayı yeniden öğret. Vatanı, Atasını, doğruyu, güzeli öğret! Bilimin, bilginin aydınlattığı yarınlarına bizi de götür Avar!”
Nihat Genç, söz konusu eser üzerinden siyaset ve siyasetçilerin halka bakışını çarpıcı örneklerle açıklar. Bkz. Nihat Genç, Kocakarı Öldürmek, Leman Dergisi, 22 Eylül 1996.
[2] https://www.youtube.com/watch?v=bj02gC8Qlqc
1996’lı yıllar…Genç bir okutmanken gece on ikiye kadar Kızılay’da kaldık. Yenimahalle’deki evime gitmek için taksiye bindim. Yenimahalle girişinde çevirme vardı. Görevli memurlar taksicinin ehliyetini kontrol etti. Beni taksiden çıkarıp ellerimi taksiye yaslayarak arama yaptılar. Kimliğime bakınca: “Hocam üniversitede hoca olduğunuzu niçin söylemediniz. Sizi bu şekilde rahatsız etmezdik.” dediklerinde “Teröristlerin sokaklarda cirit atıp araba yaktığı bir dönemdeyiz. Siz görevinizi yapıyorsunuz. Bilakis işinizdeki titizliğiniz bizim güvenliğimizi sağlamak adına. Bundan nasıl şikâyet edebilirim” diyerek teşekkür ettim.