ÜMMÜHAN NİNE Mİ? YANIĞIN EMİNE Mİ? [1]
İnebolu’dan Ankara’ya cephane taşınan yolun üzerinde bulunan Ilgaz 1920’lerde bir nahiye merkezi idi. Cephane naklinde Çerkeş, Kurşunlu, Ilgaz, Kastamonu ve İnebolu birlikte çalışmışlar ve görevlerini birlikte başarmışlardır. Aslında bütün Çankırı bu kara günlerde üstüne düşeni layıkıyla yerine getirmiştir. Her yörede olduğu gibi Ilgaz’da da daha canla başla çalışanlar çıkmış ve daima minnetle anılmışlardır.
İşte bunlardan birkaçı: Halil Ağa, Eksikli Salih, Şakir Ağa, Arif Sağlam ve Ümmihan Nine.
Bu ismi sayılanların hakkında kısa bilgiler de mevcut. Bakın bunlardan Ümmihan Nine için ne deniliyor:
“Türk erkeği cephede savaşırken Türk kadını hiç durur mu, yüzlerce, binlerce olan kadın kahramanlarımızdan biri olan Ümmihan Nine Kızılsın köyündendir. Adsız kahraman analarımızın bir simgesi olan Ümmihan Nine Türk İstiklal savaşına adını vermiş Türk kadınını temsil etmektedir. Ulus-Ankara’da Atatürk heykeli etrafında bulunan heykellerden birisi de cephane taşıyan kadın heykelidir. Ümmihan Nine işte bu heykelin temsil ettiği Türk kadınının çalışkanlık ve başarısını, ölmezliğini Ilgaz’da temsil edenlerden bir tanesidir.”[2]
Elbette bütün Türk yurdunda olduğu gibi bu bölgede de zaman zaman yurdun içinde bulunduğu durumlar karşısında kahramanlar çıkmıştır. Yapılanlar hiç de küçümsenecek cinsten deyildir. Fakat bu olaylarla ve kahramanlarıyla ilgili araştırmaları yaparken ve bilgi sunumunda, gerektiği gibi araştırılmadan ya da bilgi eksikliği bazı iddiaları da peşinden getiriyor ve araştırmalara gölge düşürecek boyutta tartışmalara da neden olabiliyor.
Bilhassa Ümmihan Nine konusu gündeme geldikten sonra da aynı şekilde bir tartışma başladı. Araştırmacı bazı arkadaşlarımızı böyle bir kimsenin olmadığını, varsa bile mühitte bilinmesi, yada en azından kendilerinin bilmesi gerektiğini dile getirdiler. Bu konuda uzman görünüp, bir türlü bilgilerine ulaşamadığımız vatandaşlar da cabası.
O günleri düşündüğümde, kadını, erkeği, çoluğu çocuğuyla, bu günleri yaşayan herkesin, üstüne düşen vazifeyi canla başla yaptığına inanıyorum. Herkesin bu tür bir karmaşa içinde, büyük fedakarlıklar yaptığını düşünmeden edemiyorum.
Meşhur söz; “Biz tarih yapmaktan, tarih yazamamışız.” derler ya, bir yerden okumuştum; “Biz tarih yaparız, yazmayız. Ama birileri o tarihten bize işine geleni alarak yansıtır, onunla yetiniriz.” diyordu. Bu sözlerin haklılık derecesini varın siz düşünün.
Gelelim Ümmihan Nine meselesine.
Bir kere bu isim “Ümmihan” değil, “Ümmühan”.
Bu isimin ilk önce İhsan Yılmaz, tarafından gündeme getirildiği, onun akrabalarını bularak röportaj yaptığı kulağımıza gelen söylentiler arasında yer alıyor. Ondan sonra da Bahattin Ayhan’ın kitabında ilk yazılı olarak bahsi geçtiği ve hatta Bahattin Ayhan’a da yine İhsan Yılmaz tarafından bu bilgilerin ulaştırıldığı yönünde. Yani kaynak, yine rahmetli İhsan Yılmaz dostumuz gözüküyor.
Önceleri, “Bu da nereden çıktı?!” “Ümmühan Nine Değil, Yanığın Emine” gibi itirazlar yükseldi. Sözlü olarak tabii. Bunun peşine düştük. Bilgi almaya uğraştık; ama, bir türlü ulaşamadık.
Bu konuda biraz daha gerilere 1980’lerin başına gidecek olursak, benim Çankırı ile ilgili yazdığım ilk yazılardan birinin başlığı, “Çankırı Kadını Türk Kadınına Sembol oluyor.” idi. Yayınlamış olduğum bu yazı, bu konularda Çankırı basınında ilklerdendi. Sohbetlerde edindiğim bilgilerden olan Çankırılı Kara Fatma’dan bahis olunuyordu. Bu Kara Fatma’nın Çankırı’da bulunan Anıtın kaidesindeki kabartma resimdeki bayan olduğu söylentisi idi. Bu konu ile ilgili yaptığım araştırmalarda daha fazla bilgi ve belge bulamadım ve Türk tarihine geçen Kara Fatmalar arasında, Çankırılı olanına rastlayamadım. Ama Yanığın Emine Ablaya ulaşmıştık.
Benim bahsi geçen yazımdan yanlış hatırlamıyorsam dört ay gibi bir zaman sonra, Kastamonu’da Şerife Bacı gündeme geldi. Kastamonulu tanış olduğumuz arkadaşlar benim yazıma tepki olarak, O kadının Şerife Bacı olduğu şeklinde karşı yayına geçiyorlardı. Bu yazı hayırlara da vesile oldu. Bilindiği gibi bugün Şerife Bacı heykeli Kastamonululara ve Kastamonu’yu ziyaret edenlere, Milli Mücadele’de Türk kadının kahramanlıklarını haykırırcasına hatırlatıyor. Bu konuyla ilgili, karşılıklı pek çok yazılar yazıldı. Gelişen süre içinde biz Ilgazlı Anadan bahsederken, Kastamonu’daki araştırmacı ve gazeteci meslektaşlarımız Şerife bacıdan bahsediyordu. Dedim ya bu karşı duruşta, aynı tarihi dönemde yaşanan hikâyelerin birbirine benzerliğinden de kaynaklanıyordu. Öte yandan bu güzergâhta, yüzlerce, binlerce Ümmühan Nineler ve Yanığın Emineler, Şerife Bacılar da pek çok kahramanlıklar göstermiş ve savaşın kaderine etki etmişlerdir.
Ilgazlı Yanığın Emine üzerinde çok durmamızın ve hemen benimsememizin önemli bir nedeni vardı. Bu neden, “Ankara’da Atatürk Anıtı’nda bulunan sırtında mermi taşıyan kadın heykeli Çankırılı sözü” idi ve bunu sıkı sıkıya benimsemiştik. Üstelik bu konuda 1930’lu yılların kıraat kitabında bir makale olarak tespit edilmiş olması da cabasıydı. Sonraki yıllarda bu konuyla ilgili, Yanığın Emine Abla’nın adı geçen makale de bulunmuş ve mahalli gazetelerde yayınlanmıştı.
Ilgazlı Yanığın Emine Abla [3]
Üç arkadaştık. Kastamonu’ya gidiyorduk. Bir öğle üstü, Ilgaz Ormanları’nın doyum olmayan yosmalığına gönlünü akıta akıta çökmüş, yalnızlık ve sessizlik içinde eriyen günlerinin garipliğini duvardaki taşların aralıklarına saklamış bir hanın (Diphan ) önünde arabadan indik. Koçhisar’dan beri bacaklarımın derisi altında sağır sağır uyuyan uyuşukluğu gidermek, dizlerimi bir parça canlandırmak için kısa kısa gezinmeğe başladım. Uyuşukluk gitti, sersemliğim ayazlı kış sabahları camlarda çiçeklenen buharlar gibi çözülüp dağıldı.
Her gün bir yolcunun yorgunluğunu bırakıp gittiği iri bir kütüğün üstüne oturdum. Arkadaşlar, arabacı ile hanın içini geziyorlardı. Eserken ılıklaşan öğle rüzgârı hamların sıcaktan buğulaşan soğuk suları gibi… Artık kendimdeyim.
Arkadaşlara:
-Gezebiliriz, daha akşama yıl kadar var. Handa oturulmaz ki, dedim.
Çıktık. Yanımızda bir de çoban çocuğu var. Geldiğimiz yola döndük. Öteden beriden yollarda inip içtiğimiz pınarlardan, bağlardan konuşuyorduk. Aşağılardan bir davul, kaval sesi geldi. Yanımızda sıkılgan duran çoban çocuğu açıldı. Anadolu köylerinin temiz kır yeşilliklerini doldurmuş gözleri aydınlandı. Elindeki sopasını çarıklarına vurarak:
-Onlar kaval çalmasını ne bilir, ben çalayım da görsünler.
-Kim o kaval çalamayanlar. Çobanlar mı? Dedim.
-Hiç efendi, askerler var da. Oyun oynuyorlar, giderseniz sizi götüreyim.
-Gidelim aslanım, dedik.
Bizi yoldan ayırdı. Yarı ekilmiş yarı boş bir tarlanın diken duvarlarından atladık. Davul, kaval seslerinin geldiği tarafa yürüdük. Susuz küçük bir dere yoluna girdik.
Bu küçük dere yolu ne güzeldi. Büklüm büklüm açılıp saçılan, serilip yayılan dağ çiçekleri onu kendilerine yastık yapmışlardı. Susuzluktan baygın bir halde yatıyorlardı. Bu çiçeklerin renklerindeki ıssız dilberliği hiçbir bahçe çiçeğinde görmedim. İkinci olarak bir diken duvarı daha atladık. Güneş yüzlü sapsarı alınlı Mehmetçiklerimizin düğün kurdukları çayırcık göründü. Etrafı yabanî alıç ağaçları bodur döngel fidanları, acı erikler, ömürlerinin sonuna kadar kocamayan çamlarla çevrili bulunan bu yeşil toprak birden gönlüme doldu.
Girdik selam verdik.
Orta yaşlı, esmer beniz ve yüzlü bir çavuş selâmımızı aldı. Yanında bir yer gösterdi. Oturduk. Halka halka olup oyun yapan şahinlerini seyre daldık.
Çavuş çok babacandı, oldukça düzgün konuşuyor, okuyup yazıyordu. Onbeş senelik askerliği sırasında başında açıp içine dökülen yapraklardan okudu. Ben hiçbir kitap hikâyesinde onun söyleyişindeki canlılığı görmedim.
Gür sesini süngüsünden evvel düşman karnına saplayan dudaklarını diliyle ıslattı.
– Be hemşehriler dedi. Biz şehir uşağıyız. Bildiğiniz türkü çoktur. Söyleyin de gönül açılsın.
Hiç o aslanın hatırı kırılır mıydı? Bir ağızdan tutturduk, hoşlandı. Biz türkümüzü bitirdik. Yanımızdaki halkaların birinden yanık bir ses yükseldi. Ve şu:
“Konacaksan kon yiğidin dalına;
Göz akıtma, sen her belin şalına,
İnandın mı turnaların falına?
Metanetin dalı olmaz Koçyiğit!”
Konuşmasını bir kuş gibi gönüllerden, gönlümüzde kanatlandırdı. O sesteki taşkınlık bana çok dokundu. Çavuşla biraz dertleştik.
Bir hey! Çekti… Dayanamadım. Acıdım:
– Ne o çavuş hey çektin, bir derdin var galiba dedim. Yüzü değişti. Yalvarır gibi:
– Be hemşehrim dedi, nasıl hey demezsin? Hatırıma geldi de… Gidip görmezsem büyük günâh olacak. Sana bir akıl danışacağım. Elini uzattı.
– Hiç çekinme söyle, çavuş… Seninle öleceğim yere kadar giderim… dedim. Açtı ve dördüncü fırka çavuşlarından olduğunu, cephedeyken bir kış ortasında bir gün Ilgaz köylerinden bir kadının cepheye cephane getirdiğini, O’nun “Yanığın Emine Abla” diye çağırıldığını söyledi.
Ve içini çekerken devam etti:
– Ben o kadının eşini nadir gördüm. İki zebun öküzle o kırık kağnıyı –eliyle Ilgaz dağlarını gösteriyordu- kışta kıyamette nasıl yürüttü, onunla cepheye kadar nasıl geldi? Ben onu gördüm de erkekliğimden utandım. Bak hele inan olsun bu kadın bana çok cesaret verdi.
Bak üzerindeki er damarına ki… Hey, gene gönlüm iç oldu…
Ağlıyordu. O çelik vücudu erimişti, bir göl olmuştu. Bu gölün sularından benim gözüme de sıçradı. Beraber ağladık. Yumruklarını sıktı. Kollarını meşinli asker ceketinin bileklerini örten yenleriyle yaşını kuruladıktan sonra tekrar başladı:
– Silahları kağnılardan yere boşaltacaktık. Arabaya gittim. Emine Abla da karnı üstüne çöküvermişti. Çuvalı açtım. Bir de ne göreyim. Hey Allah’ım!… Sen neler yapmazsın ki?
Yamalı bir gömlek içinde ay parçası gibi bir çocuk; daha ekşiliği gitmemiş… Çıldır çıldır yüzüme bakıyordu.
Bacaklarının üzerine iki mavzer bindirmişti. Şaştım kaldım.
– Kamber Abla, dedim. Evinde bu çocuğa bakacak kimse yok mu idi. Bu donsuzu ne dedin de Allah’ın yeri sağır, göğü sağır günlerinde yanına aldın? Bu ağır demirler o yavrucuğun bacaklarına konulur mu?
Hiç tınmardı.
– Ben onu yolda doğurdum. Onun için köye mi döneyim. Baktım biraz üşüyordu. Silahlardan ısınır diye koydum.
Dedi. Ben bu işi erkekliğimle yapamazdım. Yirmiden fazla harbe girdim Bu kadın gibi metin delikanlı görmedim. En çok neye yanıyorum. Bana köyünü söylemişti, Ilgaz köylerinden imiş amma hangisi? Kafir şeytan aklımdan çeldi. Allah yolumuzu düşürdü. Göstermeden gönderecek… Öldü mü, kaldı mı? Şunu bir öğrensek…
Vücuduma bir kaynar su dökülür gibi oldu. Çavuşun gönlünde kanayan o yanardağ içimi yaktı. Keşke dışımı da yaksaydı.
Önüme baktım, yer kararıyor, göğe baktım gök sararıyordu. Ağaçlara sordum, bilmiyoruz, dediler; taşlardan anlamak istedim.. taş taş baktılar! Kuşlara yalvardım: “-O da sizin gibi insan, siz bilmezseniz biz ne bilelim” diyerek uçup gittiler. Duramadım, yiğit çavuşun gözlerini öperek ayrıldık… Gene geldiğimiz yola girdik.
Akşam karanlığı gözlere doldu. Hanın kendisi gibi viran bir odasına girdik.
Ey Emine Abla.. seni görmediğimden, senin yerini öğrenemediğimden, pek bahtım kara.
Ben seni görmek, senin oturduğun köyü bu köydeki kulübeni öğrenmek isterdim. Ne çare ki umduğum olmadı. Sana bir yadigâr bırakmak istedim. Aradım taradım yazmaktan başka bir şey bulamadım. Kağıda yazıp hancıya bırakacaktım, herifin tembel olduğunu gördüm. Onu yattığım odanın duvarına yazmayı tercih ettim, belki bir gün yolun düşer de bu viran odaya uğrarsan duvarlarını gözden geçir: Alt alta yazılmış bir siyahlık görürsen yazıdan anlayan birine okutuver, Emine Abla!
Ilgaz Köylerinden Emine Ablaya
Ilgaz dağlarında çocuk doğurdun,
Memende süt yoktu karla doyurdun..
Sardın sarmaladın sırtına vurdun..
Terk etmedin gene karlı yolları..
Geçit vermediği halde yürüdün,
Yıkık köprülerden kağnı sürüdün,
Yağmur gören saman gibi çürüdün,
Terk etmedin gene karlı yolları.
Ekmeğin tükendi, karnın aç kaldı,
Karakış gününde canın daraldı,
Beş günlük çocuğun içli kavaldı,
terk etmedin gene karlı yolları.
Uzaktan gelince gâza yerine,
Işık aktı gözlerinin ferine,
Mintanın boğulmuşken kabir terine,
Terk etmedin gene karlı yolları.
Türklüğü kurtaran senin kolundur.
O yarım örtünle yırtık yüvündür.
Dağda belde büyüttüğün yavrudur.
Sayende yaz geçtim karlı yolları.
Ümmühan Nine
Ümmühan Nine olayı gündeme gelince Kıyısın Köylüleri olaya sahip çıktılar. Fakat onların konuyu gündeme taşımasına karşı duranlar da oldu. Böyle bir kişinin olmadığı ve madem böyle bir kahramanlık gösterilmiş, neden şimdiye kadar konu dile getirilmemiş, böyle birinin bilinmesi gereklidir gibi serzenişler ve karşı duruşlar oldu. Şu anda bile devam edip geldiği gibi, hala devam edip gidiyor.
Aslında Ümmühan Nine konusunu ele alıp araştırmaya başlayalı çok oldu. Hatta konuyu sık sık gündeme taşıyan isimlerle de görüşüp konu hakkında bilgi almak istedim. Tahmin edileceği gibi temasa geçip bir türlü bilgilere ulaşamıyorduk. Ama sohbetlerimde de muhitin insanlarına açıyordum.
Bir akşam Sadık Çakırsipahi bu konuyu bana açarak; “Ümmühan Nine yaşamış. Hakikaten var.” dedi. Nüfustaki kaydının da bulunduğunu söyleyerek bana bir fotokopiyi uzattı. Ümmühan Nine’nin nüfus kayıt örneğiydi bana verdiği bu belge.
“-Konuyu Ilgaz’a son gittiğimde biraz araştırdım. Lakapları Haşimoğulları. 1888 yılı doğumlu, İstiklal Savaşı yıllarında da 34 yaşında oluyor ki, aynı dönemde yaşamış olmasına ve bahsedildiği gibi olabileceği konusunda şüphe götürmez bir durum ortaya çıkıyor.” dedi.
Kıyısın Köyü nüfusuna kayıtlı olan Ümmühan Nine’nin kimliği şöyle:
İli: Çankırı, İlçesi: Ilgaz, Mahallesi/Köyü: Kıyısın, Adı: Ümmühan Haşim, Baba adı: Satılmış, Ana adı: Satı. Doğum Yeri ve tarihi: Ilgaz 1304, Medeni Hali ve Dini: Bekar / İslam, Tescil Tarihi 21/03/1321, Olaylar ve Tarihler bölümünde ise Ölüm: 28/11/1973 yazılı.
Buyurun. Ilgaz Kıyısın Köylüleri, bütün karşı direnmelere rağmen olaya sahip çıkmakta haklılarmış. Bu nüfus kayıt örneği Ümmühan Nine’nin yaşadığının resmi vesikasıdır. Şimdi Ümmühan Nine hakkında yazılan ve yaşayarak anlatılanların -o günleri yaşayanlar kaldıysa tabi- bir araya toplanarak bir kahraman anamızın unutulmaktan kurtarılması, heykelinin dikilmesi ve benzeri etkinlikler için kolları sıvamanın zamanı.
Başlıktaki soruya gelince…
Yani Ümmühan Nine mi?… Yanığın Emine Mi?..
Bence hem Ümmühan Nine, hem de Yanığın Emine.
Nur içinde yatsınlar. Yerleri Cennet mekânı olsun…
Sadık SOFTA
Eğitimci / Yazar / Şair
[1] Sadık Softa, Bizim Çankırı Gazetesi,Yıl: 24, Sayı: 6357, 29 Ekim 2007
[2] Bahattin Ayhan, Çankırı Ve İlçeleri, Syf: 373.
[3] M. Muzaffer Şadi, Kıraat Kitabı, 1929. Kitabın (kaynak) künyesi böyle veriliyor. Bir zamanlar Ilgaz Dergisi’nden alındığı söyleniyor ve daha sonra Yaşar Ateşsoy tarafından Çankırı gazetelerinin sütunlarına taşınıyordu.