YÂREN VE EDEP
Dt. Namık Kemal PARILTI ile Sohbetler
Elif, de, be, “Edeb” demektir.
Edebi çok kullanırız. Fakat, “Edeb” ne demektir?
Edeb, külli iradeye râm olmak demektir.
Edeb, millet iradesine hürmet edebilmektir; itaat etmek demektir.
Edeb, fert iradesine saygı göstermek demektir.
Edeb, incinmemektir, incitmemek demektir.
Edeb, kendini bilmek demektir.
Edeb, haddini bilmek demektir.
Tarihte ve kitabımız Kur’an’da buyuruluyor ki, haddini kaybeden, hadde tecavüz eden hiçbir toplum hayatını devam ettirememiştir.
Edeb, kadında iffet, erkekte hizmettir.
Bugün kadında zillet, erkekte hakim olmak haline gelmiştir.
Edeb, kul olmaktır.
Edeb, kendine hürmet etmek demektir.
İşte “yâran” bu ruh ile yetiştirilir. Sade burada bu değil, dergahların kapısında, “Edeb ya hu” diye girilir, böyle yazar.
Edeb, Yeniçeri Ocağı’nın kapısında yazar idi.
Edeb, devletin en yüksek itaat edici, âmir hükmü idi.
Ne zaman ki, Yeniçeri haddini kaybetti, devlet onu topa tutmak durumuna düştü. Buna münasip, ahilikte aynı prensiplerle çırak, kalfa, usta yetiştirildi. Ahilerin babadan eşe, eşten evlada, sistemi yine budur.
Yâren, bu dört müessesede, -dördüncüsü cami’dir ki. bu ana prensiplerle yetiştirir idi. Fakat yârenin bir hususiyeti var. Oyun içerisinde edebi öğretmek.
Edeb, dil demektir. Edebiyat kelimesi de bundan müşküldür. Edepler mânâsını taşır.
Dil, bir toplumun, bütün değerlerinin, düşünce olarak ifadesi ve bilahare de, sonra da fiil haline getirilmesi demektir. Onun için yârende şiir, mani, musiki, sohbet vardır.
Yâranda Sohbet
Sohbet, ehil olmayanla yapılmaz. Sohbet, kapılar, pencereler sıkı sıkı kapatıldıktan sonra, yâren ile, sadece yâren ile, başağaların topluluğunda yapılır. Hatta, bir noktada çavuş efendi bile oraya giremez.
Yaren’de Misafir
Yâren içerisine bir ikinci değer olarak misafir alınır. Misafir, mânâ olarak ikram için rağbet edilen insan demektir. Yine bizim kültürümüzde, “Misafir, umduğunu değil, bulduğunu yer.” diye bir söz vardır. Bu, misafirin peşin hükümle gelmesine müsaade edilmediğinin ifadesidir. Misafir, ev sahibine tâbidir. Ev sahibi, “Şu köşede oturacaksın efendim.” derse, orada oturmak zorundadır. “Şu ikramımı, lütfen kabul edin.” etmek zorundadır. Hiçbir şeye itiraz etmek hakkına sahip değildir.
Misafirin değerini anlatmak için, tarihte vukuu bulmuş bir olaydan bahsetmek istiyorum.
Kendisi tebşir edilmiş olan Fatih Sultan Han Hazretleri zamanında, bugün ismine izafe edilmiş bulunan, İstanbul’daki Vefa Semti’nde, Ebül Vefa isminde -bir gönül eridir- bir zat vardır.
Fatih, bunu duyar.
Ziyaretine niyetlenir. Gider.
Zat, ârif kişidir.
“Bütün kapıları, pencereleri kapatın, hiç ses çıkarmayın, padişah geliyor.” der.
Padişah gelir. Kapıyı bir çalar, ses yok; iki çalar, ses yok; üç çalar ve döner.
Emir buyurulmuştur ki, “Misafir gittiğiniz yerde, kapıyı üç kere çalınız. Eğer içeride insanların olduğunu bilseniz dahi, girmeyiniz. Israrda bulunmayın.” buyurmuşlardır.
Fatih, bilahare, evvelki, “Efendi hazretleri, Devleti Ali Osman Padişahı olarak geldim, beni kabul buyurmadınız.” O zat da buyuruyor ki, “Bizim muhabbetimiz, sizi yanlışa götürmez. Sizin vazifeniz, devleti tedvirdir. Bizim meclisimizde, sizi meşgul etmek hakkına sahip değiliz.”
Misafir, yârene girdiği zaman, hiçbir sıfatı yoktur. Hepsi “misafir ağa”dır. Ne yaş, ne ilim, ne rütbe, orada misafir ağalığın üstünde vasfedilmez.
Nasıl ki, içi süslü olan camimize girdiğimizde, o caminin süsüyle değil, içindeki insanların edebiyle o camide yer kazanıyor ise, yâren ocağı de öyledir.
Camide her gelen şahıs, boş bulduğu safta oturur. Yahut kıyam eder. Hiçbir üstünlük, bir öndeki safta birisini geri çekip, bir başkasını oraya getiremez. İsterse padişah olsun. Burada insanın, insanlık değerine hürmetin ölçüsü konmuştur.
Biz bu âlemde misafiriz. Öteki âleme de misafir olarak gideceğimiz için, en son ayrılış anımız burada, musalla taşıdır. Musalla taşında bu yolculuğa çıkartılan misafir, uğurlanan misafire –sıfatı ne olursa olsun- padişah olsa, “er kişi niyetine” denir.
Ayyaş olur, -imanı vardır da, ayyaş olur- ölene de “er kişi niyetine” denir. Sultan o makama konsa, “hatun kişi niyetine” denir. Müseccel, fahişe olsa –affedersiniz- ona da “hatun kişi niyetine” denir. İşte burada bize, misafirin edebi öğretiliyor. Kim bu edebe aykırılık gösterirse, hiçbir âlemde misafirlik sıfatına sahip değildir.
Misafir, bir yere giderken, talip edilenden, davet edilenden başkasını da götüremez. O da, gittiği yere hürmetin ifadesidir.
İşte, dergâhımızda -ordumuzda olduğu gibi- millî irade esastır. O devlettir ve kullukta, Allah’a kul olmakla, bütün edep prensiplerine göre yaşanan insanlara paye sunulur. İşte, eline, beline, diline sahip olmak ve bunun neticesinde meydana gelecek şey, bu toplulukta yaren olmak, yani yâr’dan ilerde insan ve insan münasebetine ulaşmak demektir.
Geçmişte yarenin bu değerlerini ifade etmek suretiyle, bunun müessese haline getirilmesini arzu ettik, ettiler. Amma ne yazıktır ki, bu müesseseyi müdrik olamadılar. Bunun bir tek sebebi vardır. Toplum olarak edeb değerini bilemedikleridir.
Yâren, bütün Türk dünyasında şu anda yaşıyor. Uyguristan’dan başlayınız, Kazakistan’dan, Türkmenistan’dan, Özbekistan’dan hepsinde var. Amma zamanın getirdiği anlayışsızlık, pek çoğunu dejenere etmiştir.
Yahut kimlerden kalmıştır? Ne olur? Batı dünyasında eğitimin bir metodu vardır. Çocuktan başlatıyorsunuz, büyüğe kadar. Avrupa, 1500’lü yıllarda sekiz sene toplumuna edeb öğretmeye çalışmıştır. Adabı muaşeret kaideleri öğretmeye çalışmıştır ve Avrupa bugünkü tekniğine, o eğitimin sebebiyle gelmiştir.
Fazla vaktinizi almak istemiyorum. Bu dörtlü müessese, bir’dir. Ahi ocağı, yâran ocağı, dergah DEVLET‘tir. Edeb olmayınca ona “ocak” denmez; Afedersiniz. Edeb olmayınca, edebe sahip olamazsınız, o sıfatı kazanmış olamazsınız. İşte, bizi 20 milyon kilometrekarede ve bütün dünyada, Devlet-i Ali Osman, yahut Cihangir Devlet, yahut Âdil Devlet yapan ana prensipler bunlar idi.
Bu küçüle, küçüle, yârenin içine kadar geldi. Temenni olunur ve niyaz ederiz ki, mülkün sahibi bize yeniden o yolu açsın, bize idrak, izan, anlayış ve kendine dönüş ölçüsü ve insaniyetini versin. Biz de hem bu vatanda; hem dünyaya insanlığı öğretmeye mükellefiz. İşte küçük başağının tertip olarak işaret buyurduklarının özü budur ve bunu kaybettiğinizde her şeyi kaybedersiniz.
Bir parantez açarak bir şey söylemek istiyorum. İstiklal Savaşı’mızdaki muvaffakiyetimizin tek sebebi, millet olarak devletin iradesine, milletin imanına ve dinine saygılı hareket etmiş olmamızdır. Elimizdeki silah budur. Edep, bu kadar güçlü bir değer olur.
Ne olursak olalım, edep olmayınca o şairin dediği gibi: “Dışı insan, içi boş olur.” Bu bir ayeti kerimenin tefsiridir.
“Biz sizi ruhen ve bedenen noksansız, insan olarak yarattık. Ama bu değerleri taşıyamazsanız, hayvandan aşağı durursunuz.” diyor Cenabı Allah. Din baştan aşağı edeptir ve bize edebi öğretir.
Gönül ister ki, hepimiz o değeri müdrik olarak yaşayalım.
Merak edene not:
Rahmetli Dt. N. Kemal PARILTI’ nın, Esentepe (Boyalca Köyü) Mahallesinde, yakılan Yâren Ocağı’nda yapmış olduğu bu sohbet, Sadık SOFTA ve Mehmet HALLAÇ tarafından kaleme alınmıştır.
Sadık SOFTA
Eğitimci / Şair / Yazar / Halk Bilimci